8 Ocak 2021 Cuma

SA9019/KY1-CÇ754: Dağ İspinozu

   Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Alışkanlıklarını sürdürmenin bir gereğiydi tüm bunlar ve bunun gibi olanlar. Yekta ile tartışmasında da bu gereklilik vardı."

Anlaşamayacakları gün gibi ortadaydı Yekta ile Ünal’ın. Yekta altmış yaşını aşmıştı. Ünal ellisini yeni devirmişti. Yekta genelde böyleydi. Biraz ağır işitirdi. Ağır işittiğini kabul etmeye yanaşmasa da ağır işittiğine ilişkin kuşkular duymuyor değildi. Ünal daha bir diriydi. Kulakları hassas olmasa da her normal insanın duyabileceği sesleri duyardı. Bir köpek gibi koku alma duyusuna sahip değilse de duyma problemi yaşamadığı gün gibi ortadaydı. 

Yekta arkadaşının bir şeyler söylediğini dudak hareketlerinden çıkarmaya çalışıyordu. Bunu hep yapardı Yekta. Yalan yanlış anlasa da anlamaya gayret göstermesi takdire şayandı. Acaba Ünal neye itiraz ediyordu? Hangi söylediğine? Arkasını döndüğünde yüzünü döndükleri arkasına geçmiş oluyordu. Bunda itiraz edilecek ne vardı? Hayır yani insanın arkada gözleri olsa da dönmeden önce yüzünün dönük olduğu şeyler şimdi arkasında değil miydi? İki yüzü olmaz ya insanın! Öteki iki yüzlülük söz konusu değil burada. Böyle bir niyeti de yoktu ki, Yekta hiçbir dem art niyetli, dokundurmalı konuşmazdı. Kendisinden azıcık kısa birini gördüğünde “Burnun hep yeri süpürüyor değil mi?” türü sözleri söylemesini saymazsak, ya da kendisi gibi dımdızlak birini görür görmez “şimşir tarağın yeri” mırıldanmasını dikkate almazsak, ya da şaşı biriyle karşılaştığında “şehla bakışlım” deyişini umursamazsak, herhangi bir kusurluya herhangi bir dokundurmayı sevmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Aslında Ünal daha acımasızdır dokundurma konusunda. Hemen bir kusurunu bulur birinin ve yüzüne yapıştırır. Üstüne üstlük gülmeyi de ihmal etmez. Pek mahirdir Ünal. Yekta biraz çekinir. Biraz çekingendir. Aleni olan bir kusur hakkında bile zor konuşur. İma etmeyi de sevmez ki, ima ile bir şeyler desin, demiş olsun.

- Dönüyorsun, arkan önüne gelmiş oluyor, diye diretiyor.

- Yani biraz önce arkanda kalanlar önüne düşüyor döndüğünde. Yoksa bizzat kendi arkan önüne gelmiş olmuyor, diye itiraz ediyorum. Kaşlarını çatıyor. Öfkeleniyor. O öfkelenince ben de öfkeleniyorum. Anlaşılmaz bir tartışma başlıyor. Başı sonu belli olmayan saçma sapan bir tartışma. Arkan önüne gelmez. Arka öne gelmez. Arka öne gelir mi yav? Dönünce arkanı döndüklerin şimdi önündedir, bu kadar basit. Bunu anlatamıyorum. Dinlemiyor. Kulak asmıyor. Anlattıklarım, bir bir sıraladığım kanıtlar bir kulağından giriyor öbür kulağından çıkıyor. Kulaklarında bir problem olmalı. Duyma sıkıntısı yaşıyor, diye düşünüyorum. Başka bir izahı yok gibi. Sorun tam da burada bayım. Sorun burada. Kulaklarının yıkatılması gerektiği bilgisi ulaşmamış sana. Kulakların yıkanmaması ne büyük felaketlere gebedir, bu bilgi paylaşılmamış. Ve işte duymuyor. Kuruyor. Duymuyor duyduğu sanısıyla bana karşılık veriyor. Bunu hep yapıyor. Bunu hep yapıyorsun. Sağlıklı bir iletişim için iyi duyan bir kulağa gereksinimi vardır insanın. Yalnızca insanın mı? Elbet hayır! Duyma yetisiyle mücehhez her canlı için geçerlidir bu. Ancak sen bunu atlamışsın. Sen buna, bu bilgiye hiç özen göstermemişsin. Sorun tam burada. Sorun tam bu noktada başlıyor. Ellerini saklıyorsun. Sanki ellerin için bir şey denmiş gibi. Beni ne ilgilendirir ellerinin kiri? Sokağa çıkıp eve dönünce ellerini yıkaman gerektiğini biliyorsan ve ellerini yıkamamışsan bu senin sorunun. Benim değil. Benim de sorunum olabilmesi için tıpkı duyma yetinin dumura uğramasıyla benim içine düştüğüm durumun aynısının -olmadı bir benzerinin- olması gerek. Var mı böyle bir durum? Yok! Öyle ise niye inatlaşalım? Daha daha niye konuşalım? Ya da daha daha ne yapalım? Bilmiyorum. Sızlanmaktan öte yapacak bir şey yok gibi. Sızlanmak bir kapı aralayacaksa, aralarsa bir anlamı olur. Bu dediğim de sızlanmanın karakterine, yapısına hiç uygun değil. Şimdi uygunluk avına çıkacağımı kuruyorsundur. Yok! Dinim hakkı için yok öyle bir şey. Uygunluk en son aradığım şey. Bir şey eksik anlaşmamızı sağlayacak bir şey. Bu da uygunluk değil. Karşıtlık da bile bir anlaşma imkânı elde edebilir insan. Ve fakat bizim böyle bir imkâna ulaşmamız bile mümkün değil. Bir karşıtlığımız bile yok. Aramızda bir iletişim yok. Evet, bunu anlasan.. ben anladım bizde eksik olanı. İletişim yok. Tamam sadece sen kuruyor da değilsindir. Bak ne gani gönüllüyüm görüyor musun? Bir karşı çıksan, bir itiraz etsen, söylediğimin tam zıddını söylesen kabul edeceğim. Kabul edeceğim derken söylenen zıddı onama anlamında değil. Bir yola girmemizin imkânını bulacağımız konusunda diyorum. Bön bön bakışından dediklerimin bir tek sözcüğünü bile anlamadığın nasıl da belli oluyor. Bön, diyorum. Umursamıyorsun. Şimdi anlıyor musun duyma problemi yaşadığını? Hayır! Kahretsin keşke okuyup yazmasını bilseydin yazardım, böylece sorun şıpın iş çözülürdü. İnatçılık yapsan da bir şekilde aşardık. Şimdi alfabe mi öğreteyim? Duymuyorsun! Ne dediğimi anlamıyorsun, çünkü duymuyorsun! Duysan! Sağırsın kardeşim! Sağırsın! Anlaşamayacağız. 

İşlerin sarpa saracağı gün gibi ortada. Bu sizin de gözünüzden kaçmamıştır sanırım. Gözünüzden kaçmamıştır dememin nedenlerini tüm detaylarıyla vermekten kaçınsam da şuncacığını söylemekten geri durmayacağım ki, başlıkla bir bağıntı bulma, bulamayınca kurma tutkusunun sizi kemirdiğini seziyorum. Yok, bir bağıntı yok. Öylesine, akla estiği gibi konulmuş bir başlık. Bu Yekta ile Ünal’ın içinde bulundukları çıkmazın sonul bir gereği gibi duruyor. İçinden çıkılacak gibi de değil. hayır yani içinden çıkacak bir babayiğit varsa buyursun çıksın ortaya. Dinim hakkı için en ufacık bir itirazda bulunmayacağım. İtirazlarım ne denli yerinde, ne denli ussal, ne denli tutarlı olursa olsun. İşte burada, bu anda, bu saatte, bu dakikada, bu saniyede, bu salisede herhangi bir itirazda bulunmayacağımı, itirazı geç onayacağımı ilan ediyorum yüksünmeden, çekinmeden. Yekta’nın kafasının tepesindeki -dımdızlak olsa da- bir tutam tüyün dikelmesini susama gereksinimiyle izah edilebilir mi? Ya da Ünal’ın bu pornografik görüntü karşısında yapmacık bir utangaçlık tavrı sergilemesinin anlaşılabilir ussal bir izahı? Tamam, Ünal utanmayı bilir, buna hemen her tanıdık tanıklık eder. Utandığında -yapmacık bir utanış olsa da- kızardığı kadar kararır da. Bu renk değişimin dahi tanıkları vardır. Ve fakat Yekta’nın tepesindeki bir tutam tüyün ayaklanır gibi olmasında gösterilir hiçbir çabanın – ne Yekta’nın kendisi ne de Ünal’ın- olmayışının da mı bir anlamı yok?

Ne Yekta’nın dedesinin ne Ünal’ın dedesinin, ne Yekta’nın ninesinin ne Ünal’ın ninesinin, ne Yekta’nın babasının ne Ünal’ın babasının, ne Yekta’nın anasının ne Ünal’ın anasının, ne Yekta’nın amcasının ne Ünal’ın amcasının, ne Yektanın teyzesinin ne Ünal’ın teyzesinin, ne Yekta’nın halasının ne Ünal’ın halasının, ne Yekta’nın dayısının ne Ünal’ın dayısının, ne Yekta’nın erkek kuzenlerinin ne Ünal’ın erkek kuzenlerinin, ne Yekta’nın kız kuzenlerinin ne Ünal’ın kız kuzenlerinin, ne Yekta’nın ailesinin beslediği kedinin ne Ünal’ın ailesinin beslediği kedinin, ne Yekta’nın ailesinin sahip olduğu köpeğin ne Ünal’ın ailesinin sahip olduğu köpeğin şuncacık bir ilgisi yok burada anlatılan olayla. Kaldı ki Ünal’ın ailesinin sahip oldukları bir köpek ve kedi de yok. Yine de genetik göndermelere karnımızın tok olduğunu belirtmekten geçersek bir şeyleri eksik anlatmış oluruz.

- Guys Guys, kesin şamatayı! Dememi boşuna bekliyorsunuz. Boşuna bekliyorsunuz çünkü İngilizce bilseydiniz “Guys” sesiyle bildiğimiz çocuklara değil de herhangi bir resmi ya da gayr-i resmi, ilan edilmiş yahut habersizce toplandıkları ve her kafadan sesin çıktığı bir toplantıdaki yetişkinleri susturmak, sükuneti sağlayıp toplantının murat olunan sonuca ulaşmasını sağlamak için yapılmış bir çıkış olduğunu anlayacaktınız. Olmadığına göre bu açıklamayı ve “Guys Guys kesin şamatayı!” türünden bir çıkışın olmadığından hareketle görmezden gelmelisiniz. Bu açıklamayı görmezden gelmeniz gerektiği açıktır vesselam! Kuşkusuz burada geçen açıklık müstehcenlikten uzaktır. Böyle bir amaç yok. Böyle bir amaç güdülmemiştir. Madem öyle neden gaye yerine amaç sözcüğü seçilmiştir? Denileceğini, pornografik bir zihinsel süreç yaşanacağını hesaba katıyorum. Katmıyor değilim. Yekta’nın dımdızlak tepesindeki bir tutam tüyün bir açlıktan değil de hiddetten olduğu size de uygun gelmiyor mu? Böyle olamaz mı? Hiddetten dikildiği apaçık. Bu açıklığı -bedihi de diyebilirdim- anlamak için bir müneccime -hadi gönlünüz kırılmasın medyum demiş olalım- gereksinim yoktur. Yekta’nın hiddetlenmesi öylesine doğaldı ki, bu doğallığa hiddetlenenin kendisi bile şaşırırdı. Ve hatta şaşırdı. Elbette Yekta’nın hiddetlenmesinde Ünal’ın bir payı yoktu. Tamam, Ünal Yekta’ya “sağır, kulağı pis” ve daha bir sürü her normal insanı incitici lakırdılar sarf etmişti etmesine ama unutulmamalıdır ki Yekta -kuşkusuz senin, benim, onun, öbürünün ve daha nicesinin hakaret olarak algılayacağımız lakırdılardı- Ünal’ın ağzından çıkanların bir tekini bile duymamıştı. Anlamamıştı. Ünal Yekta’nın sağırlığından boşuna mı yakınıyordu? Bunu mu diyorsunuz? Dinim hakkı için yanılıyorsunuz. Düpedüz sağırdı Yekta. Gelgelelim Ünal muhatabının -Yekta’nın- sağır olduğunu bile bile niçin konuşmakta diretmektedir? Ne elde edecektir? Körü körüne bir iş, sonuçsuz bir uğraş değil mi? Bir oyun peşinde midir yoksa? Öyle bile olsa bu oyunu oynamasının nedenini kendisi biliyor mudur? Tuhaf bir itkiyle mi buna kapılmıştır? Kapıldığının farkında bile değil midir? Hadi böyle olduğunu kabul edelim, bu pespaye soruların tümünü evet, diye yanıtlayalım iştahla yediği hurmaların izahını kimse istemeyecek midir? Yekta’ya yediği hurmalardan bir tekini olsun ikram etmeyişini de cimri oluşuna mı bağlayacağız? Oysa “Çay mı kahve mi istersin?” dediğini Mısırdaki sağır sultan bile duymuştu ve henüz yenilecek hurmalara ilişkin bir işaret de yoktu. Ünal hep böyle davranırdı. Hep böyle yapardı. Zaten O -Ünal- yaptığı her şeyi alışkanlıkları dairesinde yapardı. Böylece şaşırma olasılığını en aza indirdiği düşüncesiyle gevşerdi. Ki gevşemeye her zaman gereksinimi vardı. Bu yüzden yediği hurmanın, içtiği çayın kahvenin, ikram ettiği çikolatanın, sigara teklifinin, açtığı kapadığı kapının, fermuarın, kilidin, sildiği aynanın, camın, ütülediği gömleğin, bağladığı kravatın birinci ağızdan söylenmesiyle söylenmemesi arasında bir bağıntı bulmada ustalaşmıştı. Alışkanlıklarını sürdürmenin bir gereğiydi tüm bunlar ve bunun gibi olanlar. Yekta ile tartışmasında da bu gereklilik vardı. Hatta “Hadi canım sen de dağ ispinozu!” dediğinde de niçin böyle dediğini birileri anlamaya çalışa dursun alışkanlığının gereğini yerine getirdiğinin ayrımındaydı. Varsın uygun düşmemiş olsun. Uygunluk, yakışırlık Ünal için ikinci derecede bir önemi bile haiz değildi.


Cemal Çalık, 08.01.2021,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü

Facebook 



Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

Seçkin Deniz Twitter Akışı