20 Temmuz 2017 Perşembe

SA4610/KY60-ES3: Allah Kâbe’sini Korur

"Müslümanlar korursa Allah Kabe’yi korur. Eğer Kabe’nin Allah tarafından korunması garanti altına alınsaydı oralara Nureddin Zengi işgal edilmesin diye kale yaptırmazdı. Yavuz Sultan Selim Portekizliler ele geçirmesin diye İstanbul’dan donanma göndermezdi. Müslümanlar bir şeyler yapacak ki Allah yardım edecek. Yoksa tekrar ebabil kuşları gelmeyecek oraya."


İslam dininin en kutsal mekanı Kabe. Tüm sınırları, sınırlamaları, maddi ayrımları ortadan kaldıran, dünyanın dört yanından gelen Müslümanları birleştiren, bütünleştiren, günün 24 saati ibadet edilen, İslam aleminin manevi atmosferini taşıyan bir merkez. Tıpkı bir kalp gibi. Dünyanın kalbi…

Kabe ile terör saldırısı kelimelerinin yanyana gelmesi tüylerimizi ürpertmeye yetiyor. Fakat şiddetin yasaklandığı bu kutlu belde için bile karanlık odaklar boş durmuyor; politik hesaplar, kanlı planlar yapıyorlar. Daha geçtiğimiz hafta Suudi Arabistan İçişleri Bakanlığı, Kabe’ye düzenlenecek olası bir terör saldırısının güvenlik güçleri tarafından engellendiğini bildirdi. 

Açıklamalara göre ikisi Mekke ve biri de Cidde’de olmak üzere 3 saldırı planlanıyordu. Geçtiğimiz yıl ise Medine’de Mescid-i Nebevi yakınlarında ve Katif şehrinde 2 intihar saldırısı gerçekleştirilmişti. Bunun yanı sıra DEAŞ’ın zaman zaman savurduğu tehditlerde Kabe de yer alıyor.

Savaş tam tamları çalınıyor 

Kabe kurulduğundan bu yana zaman zaman orduların, zaman zaman terör örgütlerinin hedefinde oldu. Ancak son dönemde Ortadoğu haritasını yeniden çizme, İslam coğrafyasını geçmişte olduğu gibi şehir şehir, bölge bölge parçalama gayreti artık açıkça görülüyor. Bölgesel düzeyde yıkıma sebep olacak, mezhep kimliği üzerinden çıkarılacak kıvılcımlar çakılmaya çalışılıyor. Bölge ülkelerinin Suriyeleşmesi için bu hassas zeminler yoklanıyor. Katar’a uygulanan ambargo üzerinden Türkiye’ye yoklama çekiliyor. Son on yıldır “İslam kendi içinde savaşacak” sözleriyle bir Mekke Savaşı’na işaret ediliyor. Geçmişte olanları anlamanın geleceğe yönelik bir ipucu verebileceğinden hareketle geçmişte Kabe’de gerçekleşen silahlı olayların en önemli ikisini konuştuk.

Mehdi geldiğine inanmışlardı 

Bunlardan biri 20 Kasım 1979’da sabah namazı sonrası yaşananlardı. Cüheyman bin Muhammed bin Seyf el Uteybi’nin önderliğinde silahlı bir grup tekbir sesleriyle Harem-i Şerif’i işgal etti. İçeridekileri dışarı çıkardı. Liderleri Uteybi 19 yaşında Ulusal Muhafız Ordusu’na katılmış ve 18 yıl sonra ayrılmış bir askerdi. Rüyasında kız kardeşinin eşi Muhammed bin Abdullah el Kahtani’nin mehdi olduğunu gören Uteybi ve çevresindekiler de buna inanmıştı.

Uteybi Kahtani’nin Mehdi olduğunu ilan ederek ona biat edilmesini istedi. Grup içerisinde Suudi Arabistanlıların yanı sıra Mısırlı, Yemenli ve Müslüman olmuş Amerikalı ve Kanadalılar da vardı. Grubun talebi Suud yönetimin istifa etmesi, İslam’a uygun yeni bir yönetim kurulmasıydı. Kabe’nin altında bulunan dehlizlere mühimmat ve gıda depolanmıştı.

Baskının ardından Suudi askerleri Kâbe’yi geri almaya çalıştıysa da başaramadı. Akşama doğru şehir boşaltıldı. İşgali bastırabilmek için kan akıtılabileceğine dair fetva alındı. İlerleme sağlanamayınca önce Pakistan askerleri, ardından Fransız özel birlikleri çağırıldı. Sonunda Kâbe’nin altındaki dehlizlere su basıldı, suya elektrik verildi. İşgalin 15. Gününde pek de insani olmayan bir yöntemle Kabe geri alındı. İşgalcilerin büyük çoğunluğu ölmüştü. Canlı olarak ele geçirilen Uteybi ve adamları önce kolları, sonra bacakları, hala hayatta kalanlarınsa başları kesilerek infaz edildi.

Provokasyon açıktı 

1987 Temmuz’unda çıkan olaylar da oldukça trajikti. Kanlı Cuma ya da Kanlı Hac olarak da anılan olaylarda yaklaşık 450 kişinin öldüğü ifade ediliyor. Başka rivayetlerse bu sayının 750 olduğunu söylüyor. Olaylar İran tarafından düzenlenen Müşriklerden Beraat yürüyüşü esnasında yaşandı. Aslında bu yürüyüşler 1985 ve 1986 yılında da düzenlenmişti. Amaç İslam dünyasının problemlerini hacda gündeme getirmek ve Amerika, Rusya gibi devletlere karşı tepki göstermekti. Suudi yönetimi ile anlaşılarak yapılan bu yürüyüşler 1987 yılında provokasyonun kurbanı oldu. Yürüyüş kortejine atılmaya başlanılan taşlar katılımcıları öfkelendirdi. Taş atanların yakalanıp bulundukları köprüden aşağı atılmaları olayların başlangıcı oldu. Ardından helikopterlerden atılan sis bombaları, sivil Suud askerlerinin silahla kalabalığı taramaları ve izdihamdan dolayı ezilenlerle birlikte 448 kişi hayatını kaybetti. Olayın devam etmekte olan İran Irak savaşı esnasında gerçekleşmesi, yabancı unsurların olaydaki varlığı, siyasal arka planı akla getirdi.

Müslümanlara iş düşüyor

1979 Kabe İşgali’ni Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’nden Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara ile konuştuk. Geçmişten Günümüze Kabe’nin İşgali kitabının da yazarı olan Büyükkara, bu olayın mesiyanik yönüne dikkat çekti. Günümüzde de Kabe’nin tehdit altında olabileceğini ifade eden Büyükkara, “DEAŞ gibi bir takım saf, kandırılmış, saplantılı, keskin inançlı gruplar da bunu yapabilir ya da provokasyon amaçlı, Müslümanları birbirine düşürmek için yapılabilir. İran- Suudi savaşı çıkarmak için bazı Şii’lere yaptırılabilir. 1987’de de Amerikan karşıtı yürüyüşlerde yüzlerce kişi öldü. Humeyni’nin emriyle yapılmıştı bu yürüyüşler ama Suud müsaade etmedi. Bu tür provokasyonlar da olabilir” diyor. Allah Kabe’yi korur diye düşündüğümüzü ancak Kabe’nin korunması noktasında Müslümanlara iş düştüğünü belirten Büyükkara, diye şunu ekliyor: “Ebabil kuşları tekrar gelmeyecek.”

1979 yılında Kabe’de bir işgal girişimi oldu. Bunlar kimlerdi ve amaçları neydi?

Cüheyman El Uteybi liderliğinde yaklaşık 200 kişilik bir grup. Hücre yapılanması şeklinde küçük bir cemaat. Gizli çalışıyorlar. 20 Kasım 1979’da, 15. hicri yüzyılın ilk günü, Kabe’de sabah namazı sonrası, Mescid-i Haramı işgal ettiler. Kapıları kapattılar. Suud yönetiminin, ki o zaman Kral Halid vardı, yönetimden çekilmesi, İslami kurallara uygun yeni bir yönetimin iş başına gelmesi, Amerika ve Batılı ülkelerle olan diplomatik temasların, askeri işbirliklerinin sonlandırılması, petrol ihracatının durdurulması -çünkü petrolün Batılıların menfaatine peşkeş çekildiğini düşünüyorlardı-, ülkede dinin ve ahlakın tekrar yaygınlaştırılması için bir takım tedbirler alınması gibi siyasi ve dini talepleri vardı. Fakat bu taleplere şaşırtıcı şekilde mesiyanik bir beklenti de eşlik ediyor. Çünkü Cüheyman bu talepleri dışında bir de Muhammed bin Abdullah el Kahtani isimli kayınbiraderini beklenen mehdi olarak ilan etti. Hem siyasi ve dini talepleri  hem de mesiyanik beklentileri olan bir hareket. Mescid-i Harem’i 15 gün elinde tutuyor.

Suudi mi bu grup? Dinsel aidiyetleri ne?

Kendilerini feda etmiş bir keskin inançlılar grubu. Rejimin kraliyet muhafızları denilen, rejimi koruyan askeri birimi vardır. Kraliyet muhafızları Vehhabidir. Grubun bunlar arasında bir takım destekçileri var. Onlara yardım ediyorlar. Baskın öncesi askeri kamyonları erzak ve mühimmat sevkiyatı için kullanıyorlar ve mahzenlere depoluyorlar. Uteybi de eski bir kraliyet muhafızı. Rejime hizmet etmemek için istifa ediyor. Yani zaten asker. Gizli bir işbirliği söz konusu. Vehhabi ulema bunları zaten tanıyor. Bir süre beraber çalışıyorlar. Zaman içinde bu grubun bir takım yaramazlıkları dikkati çekiyor ama çok önemsenmiyor. Kraliyeti eleştiren birkaç söylemleri oluyor. Ara sıra tutuklanıyorlar. Ulema devreye girip kurtarıyor. Bir daha yapmayacakları yönünde söz alıyorlar. Fakat bu beklenmedik bir şey. Zaten ilk başta bunların yaptığı düşünülmüyor. İşin içinde mehdi olunca gözler hemen İran’a dönüyor. Sonra Haricilerin ismi geçiyor. En son Vehhabi kimlikli küçük bir aşırı cemaat olduğu kanaatine varılıyor ve öyle de çıkıyor zaten.

Silahlı mı bu grup?

Evet silahlılar ama bu bir devrim hareketi değil. Aynı anda ülkenin başka yerlerinde de başlatılan bir olay yok. Sadece Kabe ile sınırlı. Mesiyanik beklentileri olan bir eylem.  Şaşırtıcı olan da bu. Rasyonel bir eylem, irrasyonel bir beklentiyeeşlik ediyor.

Neden eylemlerini Kabe’de yapıyorlar?

Bugünki cihatçı selefilik Uteybi’yi kahraman olarak görür ancak bir nevi meczub bir kahramandır. Stratejik hatalar yapmıştır. Mehdiliği işin içine bulaştırmıştır, yanlış bir yer seçimi yapmıştır. İslam aleminin tepkisini çekmiştir. Ama bu aslında Suudların 3. Devletinin kuruluşundan bu yana en ciddi kalkışmalardan biridir. Fakat bir devrim hareketi diye büyütmenin anlamı yok. Mesiyanik bir beklenti eşlik ettiği için “Bize kimse bir şey yapamaz” diye düşünüyorlardı. Uteybi’nin kitapçıklarını inceledim. “Bize dokunurlarsa Allah onları yerin dibine geçirecek” diye bir düşünceleri var. Kahtani’nin mehdi olduğuna dair kesin inançları var. Dolayısıyla Allah’ın kendilerini muzaffer kılacağı beklentisi var.

İsyanın bastırılmasında orantısız güç hatta biraz vahşi bir yöntem kullanılıyor. Neden?

Suud askeriyesi her zaman olduğu gibi -şimdi de bunun örneklerini görüyoruz- bu işi beceremedi. 15 gün boyunca Kabe’de ne tavaf oldu, ne de namaz kılındı. Tabi olay dünyada da ilgiyle takip edildi. Büyük bir prestij kaybı. Kabe’yi elinde tutamayan, Hâdimü Haremeyn-i Şerifeyn yani iki harem bölgesinin koruyucusu bir kral. Bunu kaldırmak mümkün değil. Eylemciler 4-5 gün sonra Kabe’nin bulunduğu zemin kattan temizlendiler fakat bu sefer bodrum kata çekildiler. O sırada mehdi olduğu söylenilen Kahtani öldürüldü ama direnenler devam etti. Bodrumdan dışarı çıkartamadılar. Harem’in içine zırhlı araçlar girdi. Kabe’nin etrafında cesetler yatıyordu. Sonuca varamayınca Fransa özel kurtarma timinden yardım istendi. Uçağa atlayıp geldiler. Pek de insani olmayan bir yolla isyancıları ele geçirdiler. Zemin katlara su bastılar ve suya da elektrik verdiler. Geriye kalanların bir kısmı öldü bir kısmı teslim oldu. Aralarında Yemenli ve Mısırlı olanlar da vardı. İdam edildiler. Beraberlerinde gelen çocuk ve kadınlar da hapse atıldı.

Şiddetin yasaklandığı bir bölgeden bahsediyoruz. Hem burada eylem yapan hem de engellemeye çalışan açısından bu olayı nasıl değerlendirirsiniz?

Bu cemaat mesiyanik beklentilerle kafaları bulanmış şekildeydi. Mehdinin Hadis-i Şeriflerde Kabe’de makam ile rükün arasında biat alacağı belirtilmiştir. Bunun tatbikini yaptılar, makamla rükün arasında biat alındı. Doğrusu Cüheyman taleplerinin kısmen ya da tamamen karşılanacağını düşünüyordu. Bu hareketleri etrafta sempati toplayacak ve kendileriyle bağlantılı olmayan bir çok yapı da bu eyleme destek verecek ve toplu bir kalkışma olacaktı. Karşı çıkan silahlı kuvvetleri de Allah yerin dibine batıracaktı. Kabe’yi bu gerekçelerle seçtiler. Diğer taraf ise mecburen üstüne gitmek zorunda kaldı. Çünkü hem iş uzuyor hem de başka türlü çözülmüyor. Bir takım ayet ve hadislerle müdahale fetvası aldılar. Haremin dokunulmazlığı var ancak orada fitne çıkartılırsa aynıyla müdahale edilmesine izin veren ayetler de var. Bunlar ulema tarafından tefsir edilip fetva verildi.

Günümüzde DEAŞ’ın Kabe’ye yönelik bazı tehditleri var. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kabe’yi yıkacakları şeklindeki iddia yalanlandı ama Kabe’nin işgal edilme durumu olabilir. DEAŞ’ın durumu buna müsait. Onda da bu tür mesiyanik şeyler var. Daha önce yapılmış bir eylem var ortada. Bunu taklit edebilirler. Sansasyonel bir eylem yapmak isteyebilirler. Cüheyman da sansasyonel bir eylem yapmak istemişti. Ama Kabe’yi yıkmak tarzı bir eylem içine gireceklerini sanmıyorum.

Uluslararası konjonktür içinde baktığınızda Kabe hedef haline gelebilir mi?

Olabilir tabi. DEAŞ gibi bir takım saf, kandırılmış, saplantılı, keskin inançlı gruplar da yapabilir ya da provokasyon amaçlı yapılabilir. Müslümanları birbirine düşürmek için yapılabilir. İran- Suudi savaşı çıkarmak için bazı Şii’lere yaptırılabilir. 1987’de de Amerikan karşıtı yürüyüşlerde yüzlerce kişi öldü. Humeyni’nin emriyle yapılmıştı bu yürüyüşler ama Suud müsaade etmedi. Bu tür provokasyonlar da olabilir.

Allah Kabe’yi korur diye bir söylem de var…

Müslümanlar korursa Allah Kabe’yi korur. Eğer Kabe’nin Allah tarafından korunması garanti altına alınsaydı oralara Nureddin Zengi işgal edilmesin diye kale yaptırmazdı. Yavuz Sultan Selim Portekizliler ele geçirmesin diye İstanbul’dan donanma göndermezdi. Müslümanlar bir şeyler yapacak ki Allah yardım edecek. Yoksa tekrar ebabil kuşları gelmeyecek oraya.

***

1987’de gerçekleşen Mekke Olayları’nı ise 1979 yılında hac görevini yerine getirmek için Mekke’de olan ve olaylara bizzat şahitlik eden araştırmacı yazar Süleyman Arslantaş ile konuştuk. Arslantaş, olaylardaki provokasyona dikkat çekiyor ve ekliyor: “Allah’ın yeryüzündeki icra organı Müslümanlardır. Kabe elbette emin bir yerdir ama Kabe’nin emin olması art niyetli insanların Kabe’ye zarar vermesine engel teşkil etmiyor. Onlar icraatlarını yerine getiriyorlar. O nedenle Kabe’nin emniyeti yöneticilerinin hassasiyeti ile ilişkilidir.”

1985 ve 1987 yıllarında Hacca gitmişsiniz. O dönem İran Irak Savaşı’nın en kritik dönemleriydi. Bu süreçte hacca gitme konusunda bir çekinceniz olmuş muydu?

Herhangi bir çekincem yoktu. 1985’te gittiğimde İranlı hacılar, İran Hac Emiri Ayetullah Kerrubi’nin ve İmam Humeyni’nin emriyle bir takım farklı etkinlikler ortaya koyuyorlardı. 1987’de hacca gittiğimde ise bu etkinliklerin Suudlar tarafından şiddet kullanılarak bastırılacağını kimse hesap etmiyordu.

Siz 1985 yılında gittiğinizde bu gösterilere şahit olmuş muydunuz?

Evet görmüştüm ancak 1987’dekini andıran bir yaklaşım söz konusu değildi.

İslam liderleri oradaydı 

Bu gösteriler neden yapılıyordu? Amacı neydi?

Bunlar Tevbe suresinin ilk ayetlerinde gördüğümüz gibi müşriklerden beri olmanın altının çizilmesi yönünde bir eylemdi. Gerek 1985 gerekse 1987’de İranlıların herhangi bir olay çıkartması veya Suud yönetimine karşı bir tavır geliştirmesi söz konusu değildi. Rutin bir şekilde “Müşriklerden Beraat” yürüyüşü yapılıyordu. Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi hacca gönderdiğinde Tevbe suresinin ilk ayetleri nazil olmuştu ve Hz. Ali bu konuda görevlendirilmişti. O hacda müşriklerden beraat edilmesini, artık Müslüman olmayanların Harameyn bölgesine girmemeleri konusunda hüküm ilan edilmişti. Hem bunun ihyası maksadıyla, hem de Amerika gibi ülkelere tepki koymak ve dünya Müslümanlarıyla dayanışmak, mazlum halkların desteklenmesi için Müşriklerden Beraat adıyla, diğer Müslüman ülkelerden hacıların da iştirak ettiği yürüyüşler yapılıyordu. Ama 1987’deki gösterilerin, 1985’teki gösterilerden en büyük farklılığı hemen hemen dünya Müslüman önderlerinin önemli bir kısmının, başta Lübnan İslami Tevhid Hareketi lideri Şeyh Sait Şaban olmak üzere bir çok İslami şahsiyetin kortejin önünde bulunmasıydı. Bunun yanı sıra İran Irak savaşında yaralanan gaziler de tekerlekli sandalyeleri ile kortejin önündeydi.

‘Müşrik’ten kastedilen sadece Müslüman olmayanlar mıydı yoksa Suud yönetimini de kasteden siyasi bir yönü de var mıydı?

Bu ifade ettiğiniz düşünce de söz konusu olabilir ama devrim lideri Humeyni’nin vermiş olduğu talimatlarda bilakis oradaki Sünni Müslümanlarla hac ibadetinin yapılması ve kimseyi ötekileştirilmemesi tembih ediliyordu. Ama devam etmekte olan İran Irak savaşı göz önüne alındığında ve Suud’un Irak’a oldukça geniş bir şekilde yardımcı olduğu dikkate alındığında Suudi yönetiminin o kapsamda ele alındığı düşünülebilir.

İran Hac bürosunu bastılar 

Siz gösteriler öncesinde bir farklılık sezinlemiş miydiniz?  

Olaylardan bir gün önce yani 30 Temmuz günü Selahaddin Eş beyle birlikte İran’ın hac emirliğine gittik. Orada ne olup bittiğini görmek istemiştik. Ayetullah Kerrubi yerinde yoktu. Yardımcısı Hüccetülislam Mescid-i Cami ile görüştük. Bazı endişelerini dile getirdi. Hatta İngilizce, Fransızca, Arapça, Farsça bildiriler hazırlamışlardı ve onları dağıttırıyorlardı. Biz çıktıktan yarım saat sonra orayı Suud polisi bastı ve o büroyu etkisiz hale getirdi. Bu gelişmeler 31 Temmuz’un işaretlerini veriyordu.

31 Temmuz günü neler oldu?

Bu havayı fark edince ben ve 3 arkadaşım evden çıkarken hanımları kaldığımız konutlarda bıraktık. Arkadaşlarıma “Bir takım şeyler sezinliyorum. Onun için entari giymeyin, pantolon- gömlek giyin. Olaylar olur kaçmak gerekirse koşamayız. Nüfus cüzdanlarınızı da cebinizde tutun” dedim.

Harem-i Şerif’te öğlen namazımızı kıldık. İranlılar büyük bir kalabalıkla Cin mescidinin arka tarafında konuşlanmaya başladılar. Ama sadece İranlılar yoktu, dünyanın her tarafından gelen hacılar, Avrupa’dan gelen Türk hacılar da vardı. Fakat o gün Türkiye’den resmi olarak gelen hacılar asla dışarı çıkarılmadı ve meydanda görülmediler.

O günkü olaylarla ilgili bir istihbarat mı alınmıştı sizce?

Kesinlikle. Zaten olaylar olduktan sonra duyduk ki merhum Turgut Özal hem Suudi yönetimi hem de İranlı yöneticileri bir takım olaylar olabileceği ve dikkatli olmaları yönünde uyarmış. Zaten Mekke Olayları geliyorum diyordu ama ben şahsen bu boyuta ulaşacağını tahmin etmiyordum. Zira İslam dünyasının önde gelen şahsiyetlerinin hepsi oradaydı. Hem bir taraftan Tevbe suresinin ilk ayetleri okunuyor diğer taraftan da salavat getiriliyor, dualar ediliyordu. Suudi polisleri bile Peygamber Efendimiz döneminde yapılan bir hac ibadeti yapılıyormuş gibi bir hava içindeydi ve ağlıyorlardı. Ama köprünün üstünden kortejin üzerine taşlar atılmasıyla birlikte olaylar başladı ve çığırından çıktı.

Yeşil gözlü adamlar ortalığı karıştırdı.

Provokasyon mu söz konusuydu?

Harem-i Şerif’te namaz kılınıp Cin mescidine doğru gittiğimizde gelenlerin gelişini serbest bıraktılar fakat çıkışına engel oldular. O güzergaha bir çok askeri araç yerleştirmişlerdi. Harem-i Şerif’e gitme şansımız kalmadı. Köprü üzerinden korteje taş atılınca bazı İranlı gençler onları etkisiz hale getirdiler. Birkaç tanesinin köprüden aşağı atıldığını gördüm. Ayetullah Kerrubi sakin olunması gerektiği şeklinde telkin veriyordu. 100 bin kişi kadar vardı. Bir ara ortalık durulur gibi oldu, tekrar kortej yürüyüşe başladı. Bu defa çok katlı otoparklardan tiplerinden Arap olmadıkları belli olan, yeşil, mavi gözlü insanlar, taş atmaya başladı. O taşlardan biri Saim Altunbaş arkadaşımıza denk geldi hastaneye kaldırdılar. Devamlı bu taşlar gelmeye başladığında, havada helikopterler dolaşmaya başladı. Rastgele sis bombaları atmaya başladılar. Ciddi bir izdiham oldu. O izdihamda İranlı kadın hacılar birbiri üstüne yığıldı. Çoğu o izdihamda öldü. Sonrasında arkamızda duran sivil giyimli Suudlular silahla ateş etmeye başladı. Ortalık biraz durulunca ambulanslar yaralıları taşımak için alana geldi ama geldi bu kez de  ambulanslara ateş ettiler. Benim 3 arkadaşım kaçtı ama ben kaçamadım. Arkamda Suud askerleri, önümde katliam. Öyle kalakaldım. O esnada yanıma bir İranlı geldi. O da benim gibi gömlek pantolon giyinmişti. Sivil giyimli asker olduğunu sandığım biri gelip ikimizi de ensemizden tuttu. İnfazların yapıldığı yere doğru sürüklemeye başladı. Ben kimliği çıkardım “Ben Türküm” dedim. Beni bıraktı ve adeta meydandan kovdu. İranlıyı ise 50 metre öteye götürüp linç ederek öldürdüler. Sonra ortalık yaralılar ve ölülerle doldu taştı.

Her türlü şiddetin yasaklandığı Kabe’de, kutsal bir ortamda, böyle bir müdahale nasıl yapılabildi? O günkü konjonktür içinde baktığınızda, bu olay dünyadaki hangi gelişmelere karşılık geliyor?

Politik arka planı olan bir olaydı. 1980 Eylülünde başlayan İran Irak savaşında İran yalnızlaştırıldı. Fakat harp araç gereçlerini bir şekilde el altından Amerika ve İsrail karşıladı. Ama ne zaman ki İran savaşı kendi lehine dönüştürmeye başladı o zaman İran şahsında İslam’ın siyasi boyutunun öne çıkabileceği ihtimali ortaya çıktı. Körfezdeki bir çok bölge İran tarafından kuşatılmış durumdaydı. Bu Irak’ı ciddi şekilde sıkıntıya sokmuştu. Irak’ın arkasında da başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri ve Amerika vardı. İran’ı suçlu konuma düşürmek, kazanımlarını geriletmek için bir tertip olduğu kesindi. Tıpkı bugünkü Katar ambargosu gibi İran’ın kuşatılmasına yönelik bir hareketti. Yoksa orada yapılan şiddet içeren bir gösteri değildi. İçinde Pakistanlı, Afganistanlı, Malezyalı hacılar da vardı. Türkiyeli hacılar vardı.  Rakam söylendiği gibi 448 İranlı değildi. Rivayete göre 750’nin üstünde ölü vardı.

İran da sorumlu

Peki Kabe’de bu gösterilerin yapılmasının İran açısından politik bir yönü yok muydu?

Peygamber efendimiz zamanında bir şekilde onun direktifleriyle uygulanan fakat uzun zaman dilimleri içinde ihmal edilen bir sünnetin ihyası olarak bakabiliriz bu olaya. İran avukatlığı yapmak gibi bir niyetim yok, zaten İran’a bakışım da belli. Fakat bugün Katar üzerinde oynanan oyunla, İran üzerinde oynanmak istenen oyun arasında ciddi bir benzerlik var. Bu benzerliğe dikkat çekmek lazım. O gün Türkiye, bugün Katar’ın yanında durduğu gibi İran’ın yanında durdu. Esas olayları çığırından çıkaran Suud yönetimi oldu. 1987 Aralık ayında Tahran’da yapılan Uluslararası Hac Kongresinde bu gerçekleri dile getirdiğim için ve yine Hacc dönüşü Nabi Avcı Beyin benimle yaptığı röportajın Zaman gazetesinde yayınlanmasından sonra dönemin Suud Ankara Büyükelçisi Muhittin Hoca tarafından Suud’un rahatsızlıkları tarafından dile getirilmiştir.

Belki İran’ın da çok ciddi zaafları oldu. Her ne kadar masum bir ibadet gibi ortaya çıkmış olsa da kendilerinin konumu devam etmekte olan İran Irak savaşının almış olduğu boyutu dikkate alarak erteleyebilirlerdi. Farz noktasında değildi yaptıkları. Burada Suudlular kadar İranlıların bir şekilde sorumluluğu var.

Müslümanlar korursa Kabe korunur 

Bir hafta önce bombalı intihar saldırısında bulunulmak üzereyken engellendiği açıklandı. DEAŞ’ın Kabe’ye yönelik tehditleri de var. Kabe’nin bir hedef konumuna gelmesi/ getirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

DEAŞ mayın tarlasına sürülmüş bir merkep gibidir. Küresel güç odaklarının isteklerinin gerçekleşmesi için sahaya sürülen figürlerdir bunlar. Tamamen İslam coğrafyasını karıştırmaya yönelik bir hadisedir. DEAŞ Kabe’yi de yakabilir, Peygamberimizin mezarını bile yerle bir edebilir. Böyle bir hassasiyetleri yok. Selefi de diyemiyoruz. Selefilerin duyarlılıklarını da taşımıyorlar.

İnancımıza göre Kabe emin belde. Allah Kabe’yi korur diyoruz. Bu çerçevede ne söylemek lazım?

Allah’ın yeryüzündeki icra organı Müslümanlardır. Kabe elbette emin bir yerdir ama Kabe’nin emin olması art niyetli insanların Kabe’ye zarar vermesine engel teşkil etmiyor. Onlar icraatlarını yerine getiriyorlar. O nedenle Kabe’nin emniyeti yöneticilerinin hassasiyeti ile ilişkilidir. Bugünkü Suud yönetimi oraya yabancı unsurları bile müdahil hale getirebiliyor. Diğer yandan gerek bir takım art niyetli İslam ülkeleri yöneticilerinin gerekse küresel güç odaklarının müştereken Kabe ve Haremeyn bölgesini farklı bir yönetim şekline kavuşturmak istedikleri de görülebiliyor. Nitekim Amerikan silahlı Kuvvetler Dergisinin Haziran 2006’da yayınlanan sayısında “Kanlı Sınırlar” başlıklı makalede Harameynin (Mekke-Medine) İslam ülkeleri tarafından oluşturulacak bir yönetim eliyle yönetilmesi ifade ediliyordu. Keza 1987 Tahran Hacc Kongresi’nde alınan kararlardan birisi de bu minval üzere idi.

Emeti Saruhan, 20.07.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Hayatın Sıcak Yüzü, Röportaj
Emeti Saruhan Yazıları



Sonsuz Ark'ın Notu: Emeti Saruhan Hanımefendi'ye çalışmalarını bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. Seçkin Deniz, 06.07.2017



İlk yayınlandığı Yer: Gerçek Hayat





Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı