14 Mart 2019 Perşembe

SA7506/KY73-PH14: Çok İyisin, Ama Teşkilat Seni Tanımıyor

"Velhasıl siyasetin zemini ve kendini ifade biçimleri de yenilenmeli. Projeler, ilgilisinden oluşan küçük gruplara anlatılmalı. Halka bilgi vermek ve tanıtım yapmak için ise daha çok interaktif alanlar (internet medyası ve televizyonlar) kullanılmalı."


Ahmet Yaşar Ocak’ın, 'Selçuklular, Osmanlılar ve İslam' adlı; devlet, din ve siyaset ilişkisini incelediği kitabında yaptığı tespitler bir gerçeği daha iyi fark etmemizi sağlıyor. 

Ocak şöyle diyor: “Kısmen Emevi fakat asıl Abbasi dönemi, artık devlet ve İslam’ın birbirinden ayrılmayan birbiri içine geçmiş bir yapıya dönüştüğü çok önemli bir dönemdir. Maverdi’nin 11. yüzyılda ‘ed dinü ve’devletü tev’emani la yefterikan’ yani din ve devlet birbirinden ayrılmaz ikizlerdir şeklindeki meşhur veciz formasyonu, aslında de facto bir durumu tespit etmenin ötesinde, bütün bir İslam dünyasında geçerli olacak şekilde bir siyaset teorisinin temelini atmıştır. Artık İslam bundan böyle Osmanlı İmparatorluğu dâhil, bütün orta ve yeniçağların Müslüman devletlerinde cari olacak bir siyasi hüviyetiyle zamanımıza kadar gelecektir.

Devlet ve İslam’ın bu iç içe geçişi, İslam öncesi dönemden beri Gök Tanrı’nın bahşettiği kut sayesinde halkın saadeti için hükümran olduğuna ve bizzat Gök Tanrı tarafından seçildiğine inanılan Kaan veya Hakanı, İslam’ın kabulüyle ‘es-sultanu zıllullahi fi’l-âlem ye’vi ileyhi kullü’l-halaik’ yani bütün mahlûkların kendisine sığındığı Allah’ın yeryüzündeki gölgesi yapmıştır.”

Sultanın unvanı uzadıkça tebaanın da dikkatinin dağıldığını tahmin edebiliriz ama geçmişteki bir yazımda bahsettiğim gibi, aslında Osman Bey ile bu durum biraz geriliyor ve halk ile bütünleşmiş bir lider ve yönetim anlayışına dönüşüyor.

Zaten bir dine/yaratıcıya inanmış kişi için din ve hayatın herhangi bir alanındaki konunun neden ayrılacağının mantıklı bir izahını bulmak zor. Devlet yönetiminin ayrı bir disiplin olduğunu kabul etmek de toplumun dinine müdahale sayılamaz. Fakat devlete, yöneticiye ve dini önderlere abartılı üstünlük ve payeler yüklemeden, bireyler üzerinde tepeden bakış ve tahakküm hakkı vermeden, dini hayat ile sosyal hayatı birbirine zıtmış gibi göstermeden de ikisini birlikte yürütmenin makul bir yolu bulunabilmeli.

Din ve siyaset ilişkisinin geçmişine bakınca, İslam kültür coğrafyasında Peygamber’den sonra bir kırılma yaşandığı inkâr edilemese de diğer dinlerin ve inanlarının durumu, peygamberleri yaşarken bile pek parlak değildi. Peygamberlerden sonrası ise tam bir kaos oldu. Roma İmparatorunun Hristiyanlığı kabul etme sürecinde yeni İnciller yazdırması bunun en mühim örneklerinden biridir. 

Fakat Eski Yunan (Batı kültürü), semavi dinlerle tanışmadan önce de (bildiğimiz kadarıyla) demokrasi diye kısmen daha eşitlikçi bir yönetim tarzı geliştirmişti. Öyle görünüyor ki demokrasi, 2500 yıl sonra bugün de mevcut yönetimler içinde toplumlar için en uygun/makul yönetim şekli olarak kabul görüyor.

Ancak uzun zamandır gelişmiş demokratik sistemlerin de dini veya herhangi bir insani değeri, örneğin barış, eşitlik ve özgürlük gibi kavramları siyasete malzeme etmekten men edebildiğini ya da çıkarları için kullanmadığını söyleyemeyiz. Aksine aleni veya gizli şekilde daha da ileri seviyelerde kullanıldığına şahidiz. 

Sistem değişti, peki ya parti ve teşkilatları?

Bu girişten sonra ülkemizdeki siyaset tasavvurunu ve gündelik hayatımızdaki yansımalarını siyasete girmeden inceleyebilir miyiz bakalım. Amacım, siyaset yapma yöntemi ve bunun toplum üzerindeki etkisinden bahsetmek. 

Bildiğiniz gibi yakında bir seçim daha yaşayacağız ve bugünlerde toplumun bütün kesimlerinin şiddetle politize olduğunu görebiliyoruz. Hep, bir taraf ve karşı taraf var. Geçen gün bir meydan mitinginin yakınından otobüsle geçerken içeride konuşulanlara kulak verdim biraz. 

Birisi dedi ki:

-Bu da hep aynı şeyleri söylüyor, bıktık artık. 

Diğeri cevap verdi:

-Sanki falanca çok lazım şeyler mi konuşuyor dedi ve eleştirilerine devam etti… 

Bu şekilde sürüp giden, bazen daha sertleşen pek çok atışmaya şahit oluyorum.

Bunların yanında, entelijansiyamızın gündemden düşmeyen konusu, insanlık tarihinin bilinen başlangıcından beri var olan ama sanki son yıllarda karşımıza çıkmış gibi davranılan; din ve siyasetin iç içe girmesi veya dinin siyasete alet edilmesi… Aslına bakarsanız kimin neye alet edildiği de epey karışmış durumda çünkü işin içinde bir de ekonomi faktörü var. Yine toplumun entelektüellerinin vardığı genel kanı, siyasette de diğer alanlarda olduğu gibi, insanların sorumsuz, faydacı ve kafası karışık olmaları. Vatandaş ise ortalama iki yılda bir yapılan seçimler ve beraberinde gelen aksiyonlardan bunaldığını saklamıyor lakin ana gündemlerinin ekonomik kaygılar olduğunu çarşı pazar gezen yerel yönetici adaylarına ve diğer siyasilere de ifade ediyorlar.

Haddi zatında din ve ekonomi her zaman insanların hayatını etkileyen en önemli iki nirengi noktasıdır. Dolayısıyla hangi meseleyi ele alırsanız alın, ekonomi ve dinden bağımsız konuşulamıyor. O sebeple de bütün bu konular, toplum hayatındaki diğer alanlarla birlikte siyasetin kullanabileceği emtialar olabiliyorlar. Asırlardır yöntemi çok fazla değişmeyen, amacından sapmayan tek şey siyasetmiş gibi görünüyor. Sözlük anlamıyla değil, sosyal yaşamımızda beliren kullanımıyla siyaset. Yani yönetme arzusunun tetiklediği davranış, norm ve biçimler. 

Başa dönersek; demokratik yönetim deyince seçme seçilme hakkına, derken partilere, oradan da parti teşkilatlarına ve propaganda yöntemlerine bağlanıyor konu. Tabiî ki liderler, kurmaylar, yerel yöneticiler vs. de işin içine giriyor. Sonra siyasette kullanılan dil ve gidilen yol üzerinde konuşmaya başlıyoruz.

Siyasi partiler için; hem kendi taraftarlarının ilgisini canlı tutmak hem de büyük halk kitlelerini etkilemek için belirledikleri yollar ve tarzlar hakkında ayyuka çıkan eleştirileri dikkate almanın vakti geldi de geçiyor bile. Bugün, fırsat eşitliği, liyakat, özgürlük vb. kavramları sloganlaştıran siyasetin, sahne gerisinde tam olarak kast sistemi yaşanmıyorsa da, askerlikteki, rütbeliler emreder, erler yapar ilkesi gibi, siyasi kurmaylar karar verir, teşkilatlar çalışır anlayışı hâkim. 

Türk siyasi geçmişinde, Cumhuriyetin ikinci yarısında, 80’lerden itibaren sağ partilerin teşkilatlanma konusunda peyderpey katettiği ve kaydettiği gelişmelerin son noktasını 2000’lerde kurulan AK Parti koymuştur. Uzun zamandır iktidarda olmalarında, kadın kolları, gençlik kolları, ilçe teşkilatları gibi birçok alana yayılan örgütlenme başarılarının katkısı da yadsınamaz. 

Fakat artık bu sitemin de değişimi üzerinde kafa yormak, tartışmak lazım. Öncülüğü de yine iktidar partisinin yapması gerektiğini düşünüyorum, çünkü hem malum sistemi başarıyla uyguladılar, geliştirdiler hem de, iktidarın siyasete yön vermedeki şansı her zaman diğerlerinden yüksek olabiliyor. 

Doğrusu her şey çok hızlı değişiyor, daha da değişeceği malum. İlerleyen yıllarda bildiğimiz şekilde partiler ve klasik seçimler de olamayacak belki. Düşünün, dün kılıç kalkanla savaşılıyordu, derken uçaklara meydana çıktı, bugün insansız hava araçları vs. kullanılıyor. Yarın silah kullanabilen yapay zekâlı robotların savaşlarına tanık olacağız. 

Dünya 20-30 yıl önceki dünya değil, Türkiye de öyle. 80’li ve 2000’li yıllardaki teşkilatçılık ve propaganda yöntemleri, bugünün teknolojisi ile iletişim imkânlarının gelişmesi ve toplumunun uğraştığı sorunlar karşısında akim kalıyor. Bu yüzden, parti teşkilatlarında görevlendirilen on binlerce kişiyi kapı kapı dolaştırarak çarşı pazarda broşür veya ufak tefek hediyeler dağıttırmaya, yalnızca zaman, emek ve iş gücü kaybı olarak bakılabilir. 

Sosyal sorumluk projelerine vurgu ve destek olacak çalışmalar müstesna. Plastik poşet kullanımını azaltmaya yardımcı olmak amacıyla (partiler tarafından) halka dağıtılan bez çantalar gibi mesela. Ki buna da yazının devamında değineceğim…

Hukukta “usul esastan önce gelir” diye bir söz vardır hani, “Usûl esasa mukaddemdir” de denir. Yani bir hedefe ulaşmak için izlediğin yol ve yöntem, o amaç ve işten; bir bakıma yol hedeften, üslup mesajdan önemli demek ister. Bu düsturu siyasete uyarlayabilir mesajdan önce üsluba, ne söylendiğinden önce de nasıl söylendiğine dikkat edebiliriz. 

Demem o ki, bugün için siyasetin karşısında pes ettik, bir şeyleri araçsallaştırılacağını kabul ettik diyelim, o halde kullandığı temel ve teknikleri değiştirip, eskilerinin yerine bilim, teknoloji, sanat, kültür, felsefe ve mantığı koyabilir miyiz? Özetle, “İktidar olma hedefinde giderken kullandığımız yolları değiştirsek nasıl olur?” diye soruyorum.

Bir süredir, İstanbul’da seçim çalışmaları sırasında meydana gelen ses ve görüntü kirliliğinin epey azaldığı fark ediliyor. 5-10 yıl önce sokaklarımız sabahtan akşama kadar gümbür gümbürdü. Her yer afiş ve bayraklarla donatılıyordu. Çok söylendi, yapmayın, çöpe giden emeğe, paraya yazık; hem de çevre ve gürültü kirliliği oluyor diye. Demek ki isteyince oluyormuş ama tamamen bitmesi gerekir.

Şimdi sırada, siyasi partilerin işleyişleri ve teşkilat yapılarının yeni baştan düzenlenmesi olmalı. Maalesef sorgulayan araştıran ve itiraz eden insanlar teşkilatlardan dışlanıyor. Amiyane tabirle kimseye eyvallahı olmayan insanlar bilimde, teknolojide, sanatta, kültürde veya sosyal alanlarda yer bulabilirken, siyasette yeterince değerlendirilmiyorlar. Hâlbuki siyasetin kalitesini yükseltecek, üslubunu değiştirecek kişiler de bunlardır. 

Artık Türkiye’de uygulanan siyaset tarzını sorgulayacak, memleketini seven, dünyayı takip ederek gelişmeleri iyi okuyabilen, alanında uzman kişilere yer açma zamanı gelmiştir. Herhangi bir parti veya grubu işaret etmiyorum, ülkenin siyasi kadrolarının tamamı muhatabımdır ama iktidar partilerinin bu yolda lokomotif görevi üstlenebileceğini az önce de söylemiştim.  Sahadaki siyaset uygulaması eninde sonunda başka bir boyuta evrilecek, dönüşecektir. Bunu ilk kabul eden, adımları ilk atan kuralları koyar ve yarışta öne geçer. 

Çünkü iyi bir gözlemci, seçim dönemlerinde meydanlara çıkıp kalabalığı coşturmak için kendini paralayan liderlerin de, temaşa eden halkın da bir süre sonra ilgisinin azalacağını ve sonunda biteceğini öngörebilir. Üstelik o meydanlarda, ekserisi aklına düşeni, işine geleni tekraren anlatıp duruyor. Çok mühim zamanlar ve sembolik konular dışında meydan mitinglerinin kamuya bir faydası da yok. 

Onun yerine, sair zamanlarda seyrek de olsa gerçekleştirilen; daha kompakt gruplarla yapılan toplantılar, seçim çalışmaları için de rutine dönüştürülebilir. Akademisyenler ve meslek erbaplarıyla yapılan proje istişare toplantıları, basınla yapılan bilgilendirme toplantıları, STK’larla görüş alışverişinde bulunulması vb. işbirlikçi, kalıcı ve faydalı etkileşimlere sebep olur. 

Hemşericiliği, sınıfçılığı, kültürel çekişmeleri, cemaatçiliği reddederek parçaları birleştiren kamu yararı anlayışında bütünleşen bir yapıya gitmek gerekiyor. Esasen “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” de bu zemin değişikliğini neredeyse zorunlu kılıyor. Yüzde 51 gibi büyük bir hedefi olduğu için bölünmeleri değil ittifakları, ayrışmayı değil uzlaşmayı öngören bir sistem uygulandığına göre, tabandan tavana böyle bir anlayışın hâkim olması mecburidir.  

Velhasıl siyasetin zemini ve kendini ifade biçimleri de yenilenmeli. Projeler, ilgilisinden oluşan küçük gruplara anlatılmalı. Halka bilgi vermek ve tanıtım yapmak için ise daha çok interaktif alanlar (internet medyası ve televizyonlar) kullanılmalı. 

Hazine yardımları, partilerin kira ve fatura ödemeleri gibi asgari ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar ve çok sıkı denetimlerle verilmeli. Gerisi, teşkilatların ortaya koydukları sosyal sorumluluk projelerine, yerel yönetimlerde ön açan başarılı çalışmalarına destek-hibe şeklinde olmalı. 

Teşkilat Putu

Bugün, memleket için çalışmak isteyen ve aklındaki projelerini siyaset kurumu içinde hayata geçirebileceğine inanlar; kendi tarzına yakın bir partide bunu yapmak isterse, alacağı cevap, ‘önce partiye üye olman lazım’ olur. ‘Teşkilata girip çalışmalısın’ tavsiyesini alırlar. Zira teşkilat sizi tanımıyordur. 

Karşılık olarak; şu kadar öğrenci yetiştirdim, bu kadar yıl falanca alanda çalıştım, tecrübeliyim,  devlette, kamuda memlekete hizmet ettim dese de bir şey değişmez.  

Teşkilat putu karşısına öyle bir dikilir ki, onu aşması mümkün değildir. Teşkilatların kadrosunu ise, çoğunlukla, partide çalışmasının karşılığında iş sahibi olabilmeyi uman kalabalıklar doldurur. Kimse gücenmesin ama son fotoğrafımız ne yazık ki bu şekilde. 

Gidişatı değiştirmek için parti örgütlerinin STK’lar gibi çalışması gerekiyor. Seçimleri kazanana kadar yukarıda önerdiğim şekilde çalışılsa da, seçimleri kazandıktan sonra artık alanı merkezi ve yerel yönetimlere bırakmak en akılcı yol. 

Doğrusu, teşkilatların yerel ve merkezi yönetimler için itici güç olmasıdır. Ülkenin çeşitli yerlerindeki parti alt yapılarının birbirleriyle iletişim kurarak, ortak sorunlar için çareler ürettiklerini düşünelim bir kez. Büyükşehirdekilerle Anadolu’dakiler bir araya gelip İstanbul, Ankara, İzmir gibi kentlere göç ve devamındaki nüfus yığılmasına bir çözüm bulacak, Anadolu’nun kalkınmasına yardımcı olacak bir tavsiye verseler, bir yol haritası çizseler mesela. 

Mamafih bizdeki siyasi parti yapısı, seçimleri kazanan idarenin ayak bileğine zincirle bağlı büyük bir ağırlık gibidir. Hâlbuki tahayyül ettiğimiz parti merkezlerinin; seçim sonrasında, daha ayrıntılı ve toplumun tamamını kapsayan, kalkınma, bilim, sanat ve medeniyet vb. alanlarda yol açacak projeler tasarlamaları beklenir. Bunun yolu da, bürokrasiden farklı düşünen ve hızlı çalışan, halkın içinde olan yapılar olmak; alanlarında uzman, vizyon sahibi, öz medeniyetine saygılı insanları davet etmek ve kendiliğinden gelenleri de reddetmemekten geçiyor. 

Böyle kadrolarla çalışınca siyasetin dili güzelleşecek, yönetimlerin başarısı artacak, toplumun refah seviyesi yükselecektir. 



Peri Han, 14.03.2019, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Güneşin Altındaki Her Şey



Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı