18 Mart 2018 Pazar

SA5811/KY43-BRŞ25: Bir Kimlik Peşinde Türkiye

-Kitap Özeti-


Feroz AHMAD


Feroz Ahmad 1938’de Delhi’de dünyaya geldi. Delhi Üniversitesi St. Stephan Koleji’inde Hindistan Tarihi eğitimi aldıktan sonra University ok London’da SOAS’ta Ortadoğu tarihi çalıştı. 1966’da yazdığı The Communitee of Union and Progress in Turkey Politics teziyle University of London’da doktora derecesi elde etti. 1966-1967’de Columbia Üniversitesi’nde School of International Affairs’te dersler verdi ve 1967’de Massachusetts Üniversitesi’nde Tarih Bölümü’nde ders vermeye başladı. Daha sonra Tufts Üniversitesi Fares Doğu Akdeniz Çalışmalar Merkezi’nde konuk öğretim üyesi ve Fletcher Okulu’nda Diplomatik Tarih konuk profesörü olarak görev yaptı. 


Emekli olduktan sonra Türkiye’ye yerleşen ve 2005’ten itibaren Yeditepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölüm Başkanlığı görevini yürütmektedir. Ahmad’ın Osmanlı’nın son dönemi ve modern Türkiye üzerine Türkçe’ye çevrilen bazı eserleri şunlardır:


İttihat ve Terakki (İstanbul, 1971, 1984, 1986, 1994); Türkiye’de Çok Partili Rejimin Açıklamalı Kronolojisi (Bilgi Yayınevi, Ankara, 1976, Bedia Ahmad ile birlikte); Demokrasi Sürecinde Türkiye (Hil Yayınları, İstanbul, 1994); Modern Türkiye’nin Oluşumu (Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1995; gözden geçirilmiş baskısıyla: Kaynak Yayınlar, İstanbul, 1995). Bunların yanı sıra Türkçe’ye çevrilen bazı makaleleri İttihatçılıktan Kemalizme (Kaynak Yayınları, İstanbul, 1985) derlemesinde yer almıştır.[1]


'Bir Kimlik Peşinde Türkiye', tarihçi Feroz Ahmad’ın Türkiye’ye yerleştikten bir yıl sonra Türkiye’de ilk kez baskıya girmiş kitabıdır. Akademik hayatının ilk yıllarından itibaren araştırmaya başladığı Türkiye’nin tarihini 1071 Malazgirt Savaşı’ndan, kitabın yayına girdiği 2006 yılına kadarki tarihi serüvenini ele almıştır. Ahmad, Türkiye tarihi üzerine üç kitap daha çıkarmıştır. Bunlar 2008 yılında iki cilt çıkardığı From Empire to Republic –Esseys On the Late Ottoman Empire and Modern Turkey (İmparatorluktan Cumhuriyete – Geç Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye üzerine Makaleler) kitaplarıdır. İlki 292, ikincisi 348 sayfadır. 219 sayfadan oluşan üçüncü kitabı Jön Türkler ve Osmanlı’da Milletler: Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar, Yahudiler ve Araplar kitabı 2017’de yayımlanmıştır.


'Bir Kimlik Peşinde Türkiye' yedi bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Devletten İmparatorluğa Osmanlı serüvenini 1300-1789 yıllarını, ikinci bölümde reformları ele aldığı 1789-1908 yıllarını, üçüncü bölümde Meşrutiyet Devrimini 1908-1918 yılları içerisinde ele alır. İlk üç bölüm toplamda 81 sayfadır. Dördüncü bölümde 1918-1938 yılları arasında Kemalist Dönemi 14 sayfada ele almıştır. 


Çok partili siyaset ve demokrasi yıllarını 1938-1960 arası olarak beşinci bölümde, askeri vasiler dönemini 1960-1980 yılları arasında altıncı bölümde ve son olarak yedinci bölümde ordu, partiler ve küreselleşmeyi işlediği 1980-2016 yıllarını ele alır. 

Kitabın sonunda, kitabı da aslında zihninde iki ayırdığını bize gösteren kronolojisi vardır. 1300’den 1923’e kadarki kronolojik gelişmeleri ayrı, 1923’ten sonraki kronolojiyi 2006’ya kadar ayrı sunmaktadır. 

Kitap nasıl ki, Türklerin Anadolu’ya girmesiyle birlikte 2006’ya kadar yaşanan tarihin özeti ise, bu kronoloji de kitabın adeta özetidir. En son verdiği dizinde, kitap içerisinde geçen en önemli kavram ve ad ve olayları açık bir şekilde belirtilmiştir. Kitap içerisinde kullanılan görseller, döneme veya şahsa ait fotoğraflardan oluşmaktadır. Son olarak Feroz Ahmad’ın kitabı yazarken kaynakçaya başvurmadığı gözlenir. Tarihçi, yılların birikimini kendi penceresinden kaleme almış, ancak her bölüm sonunda okuruna “Okuma Önerileri” sunmuştur.


Ahmad, daha önsözünde Türk kimliğinin tarihçesini verir. “Osmanlılar, ‘Türk’ adını henüz boyun eğdirilmemiş ya da ‘uygarlaşmamış’, ancak kendi topraklarında yaşamakta olan göçebe veya yerleşik çiftçilikle uğraşan kabile grupları için kullanıyorlar. Yine de Osmanlılarla ilişkiye giren Venedik ve Cenova kentlerinden tacirler, sonraları da İngilizler ve Fransızlar Osmanlıları, ‘Türk’ veya Turque’ olarak adlandırırlar. Yunan Ortodoksları, Osmanlı yönetimini 'Turkokratya’ (Türk Yönetimi) olarak adlandırırlar. Avrupalılar ve Hıristiyanlar için, ‘Türk’ kelimesi ‘Müslüman’la eşanlamlı düşünüldü; dolayısıyla da bir Hıristiyan din değiştirip Müslüman olursa ‘Türkleşti’ diye tanımlandı”. 


Ahmad yine önsözünde, milliyetçilik akımı ile birlikte sınırların değiştiği ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra parçalanan Osmanlı halkının gidecek topraklarımın olmadığını hatırlatıyor. Çünkü onlar, Orta ve İç Asya topraklarındaki yurtlarından üç haneli yıllarda çıkmışlardı. Farklı coğrafyalara göç edenler, karşılaştıkları halklarca Türk olarak nitelendirilmişti.


Kitabın birinci bölümünde, 1300-1789 yıllarının tarihsel seyrini anlatan Ahmad, Osmanlıların Devletten İmparatorluğa gelişmesini işliyor. Yer yer karşılaştırmalı tarihe de başvuran araştırmacı, Normanların İngiltere’yi istilasından beş yıl sonra, 1071’de Türk boylarının Selçuklular idaresinde Anadolu’da kendilerine yer açtıklarıyla başlıyor. 1243’teki Moğol istilasına kadar, Selçuklu topraklarında, Selçuklu Hanedanının hükümranlığını kabul etmiş beylikler vardı. Yenilgiden sonra bu beylikler kendi bağımsızlıklarını ilan ederek beyliklere bölündü. Osmanlı onlardan biri idi. 


Anadolu’da, her biri birbirine yakın beylikler, kendi topraklarını genişletmek için didişirken, Osmanlı Beyliğinin onlardan uzak Marmara kıyılarında oluşu ona dezavantaj sağladı. Öncelikle Selçuklu Sultanı III. Keykubat’a sadakatini sürdürdü. Sultanın azledilmesinden sonra ancak bağımsızlığını ilan etti. Osmanlı’nın diğer bir avantajı da, Bizans’a komşu olması ve savaşlarının ona dinî savaş –yani gaza- olabilmesini sağlıyordu.


Osmanlı, Osman Bey’den sonra Orhan Bey'le Çanakkale’yi geçerek Trakya’da ilerlemeye başladı. Bizans’ın içlerine doğru ilerleyen Osmanlı, Kantakuzenos’un rakibine karşı taht mücadelesinde ona destek oldu. Buna karşılık Orhan Bey, İmparator’un kızı Theodora’yı eş olarak aldı (Ahmad, 2007:5).


Osmanlı'da ilk devşirmeler, Orhan Bey zamanında toplandı. 1330 yılında on iki ile yirmi beş yaş arası toplanan "Hıristiyan gençlere önce İslam'ı benimsetmeye sonra da bu gençleri 'yeni birlikler' olarak eğitmeye başladı (Ahmad, 2007:6). Bu gençler önce çiftliklerde Türk-İslam gelenek ve göreneklerine göre çırak olarak eğitiliyor sonra da Devlet'in yönetimine katılarak seçkinler arasına giriyorlardı. Bu askeri birliği, Hacı Bektaş Veli'in de kutsadığına inanılır. bu yüzden Yeniçeri'nin piri olarak kabul edilmiştir kendisi. 


Yeniçeriler Sultan'ın kulları olarak kabul edilirdi ve onların ölmelerine ya da yaşamalarına karar verme yetkisi Sultan'ındı. Yeniçeriler Müslümanlaştırıldıkları için, onların çocukları devşirilemezdi dolayısıyla Yeniçerilerin ayrıcalıklarından da faydalanamazlardı. Devlet içerisinde yüksek makamlara gelmeleri, bazı başka Hıristiyan aileleri de kendi çocuklarını gönül rızasıyla Birliğe teslim ediyorlardı. "Devşirme olarak toplanmak o kadar çekici bir uygulamaydı ki, bazen bir Müslüman aile, Hıristiyan komşularından, kendi çocuklarını da Hıristiyanmış gibi göstererek devşirilmelerini sağlamalarını isteyebilmekteydi!" (Ahmad, 2007:7). Liyakatle, yani hak ederek bir yere gelme ilkesi yerleşen Osmanlı Sistemi'nde Yeniçerinin kurulmasıyla birlikte ilk kurumsallaşma gerçekleşmiştir. 


Askeri gücünü Ahmad, dönemin kaynaklarından hareketle şöyle verir: "14. ve 15. yüzyıllarda 12.000 yeniçeriden oluşan piyade, 8.000 civarında iyi eğitimli sipahi yani süvari ve 'dirlik' sahipleri tarafından sağlanan 40.000 kişilik eyalet askerleri ile on binlerce başıbozuktan oluşan iyi örgütlenmiş ve disiplinli bir güce sahipti" (Ahmad, 2007:8).


Birinci bölümün devamında Ahmad, Osmanlı'nın gelişimini ve sırayla tahta geçen sultanlardan bahsederken, kardeş katlini ilk I. Beyazid'in başlattığına dikkat çeker. Fatih Sultan Mehmed ise, Devletin bekası gerekçesiyle Ulema'dan aldığı fetva ile "Eğer, Tanrı sultanlığı oğullarından birine ihsan ederse, bu oğlun düzenin dirliği için kardeşlerini öldürtebileceğini ilan etti" (Ahmad, 2007: 10).


1402'de Timur'un Anadolu'ya müdahalesi kısa ancak etkili olmuştu. I. Beyazıd'ın yenilgisiyle, Osmanlı gücünü kaybetmiş ve Anadolu yeniden beyliklere bölünmüştü. Bu, "Bizans'ın ömrünün bir 50 yıl daha uzamasına sebep" (Ahmad, 2007:11) olmuştu. Osmanlılarda, Beyazıd'ın oğulları arasında yaşanan taht kavgasının ardından tahta geçen I. Mehmed'in tahta geçmesiyle Fetret Devri olarak tarihe geçen bu dönem son buldu. I. Mehmed, kısa sürede kaybedilen toprakları almakla kalmayıp, bir de donanma kurdu. 


II. Murad, Anadolu'ya dönüp Germiyan ve Karaman beylikleri tarafından desteklenen saldırıları püskürtüp, beylikleri idaresine aldı. Yönünü tekrar Makedonya'ya çevirip, kaybedilen Selanik'i tekrar aldı. Hem Anadolu'da hem da Avrupadaki iki cephede savaşmak durumunda kalan II. Murad, zaferlerle durumu konrtol altına alıp tahtı oğlu II. Mehmed'e bıraktı. Henüz çocuk olan II. Mehmed'in toyluğundan istifade, Macarlar Osmanlı Topraklarına girdi. Yeniçeri, baba Murad'ı yeniden göreve çağırdı. 1448'e kadar süren düşmanı püskürtme, Kosova sınırlarına kadar dayandı. Murad'ın Edirne'de vefat etmesi üzerine II. Mehmed (Fatih Sultan Mehmed) yeniden tahta geçti.


Fatih Sultan Mehmed'in, 1453'teki İstanbul'u fethi, tarih boyunca bir çağın kapatılması ve yeni bir çağın açılması olarak anılmış ve İstanbul'un fethi ile birlikte devlet yapılanmasında gerçekleştirilen düzenlemeler gölgede kalmıştır. Fetih, "çok önemli olsa da, hükümdarlığında nihayet çevresindeki Anadolu beylerinin gücünü kırma ve beylerden farklı olarak hizmetinde bulunan, dolayısıyla kendine tamamen sadık ve hayatları konusunda tüm karar kendine ait olan devşirmelerin egemenliğini kurması, Osmanlı tarihi açısından daha önemlidir. 


Böylece, sultanın günlük işleri ve hatta ordunun yönetimi konularının sadrazama bırakmasıyla Osmanlı İmparatorluğu daha otokratik ve daha bürokratik bir yönetim sistemine geçti." (Ahmad, 2007:12). Ayanlar sınıfının da devlete bağımlı hale gelmesi "toprak sahibi soylu sınıfının" Osmanlı İmparatorluğu'nda, Avrupa'daki feodalite gibi bir oluşumu engelledi. "Kısa süre içinde, devlet ile dini cemaatler arasında, 18. yüzyılda millet sistemine, yani gerçekte özerk dini toplumlara dönüşecek olan bir ilişki kuruldu... İnsanlar konuştukları dile veya ait oldukları etnik gruba değil doğdukları kiliseye göre tasnif ediliyorlardı. Her topluluğun dinsel ve toplumsal yaşamı geleneklere göre ayarlanıyordu ve bireyler o toplumun yasalarına uymak durumundaydı." (Ahmad, 2007:13). Asimilasyona gitmeyen Osmanlı İmparatorluğu devletin işleyişini sağlayacak pratik eklemlenmelere yöneldi.


Tarihçiler, II. Beyazıd'ın tahta çıkmasından önce kardeşi Cem ile yaşadığı mücadele ve ardından tahta geçtikten sonra Cem'in kaçarak Rodos Şövalyelerine sığınmasıyla bir esir krizinin sebep olduğu o yılları şaşkınlıkla değerlendirir. Onlara göre "Cem'in tahtta hak iddiası ve Batılı güçlerin bunu kullanmasıyla dikkati dağıtılmamış olsaydı, Beyazıd'ın neler yapabileceğini tartışmıştır." (Ahmad, 2007:14).


Birinci bölümde Ahmad'ın dikkat çektiği önemli noktalardan biri de Kanuni Sultan Süleyman'ın Batı'ya seferleridir. Kanuni, "1521'de Belgrad'ı aldı, 1529'da Viyana'yı kuşattı. Osmanlılar Kutsal Roma - Germen İmparatoru V. Karl ile Fransa Kralı I. François arasındaki Avrupa çatışmasına aktif olarak katıldılar; Osmanlıların rolü, Karl'ın Martin Luther'in Protestan reform hareketini yok edememesi bağlamında hayatidir." (Ahmad, 2007:16). 


Kanuni döneminde, Osmanlı, askeri ve bürokratik yöneticiler tarafından idare edilen istikrarlı bir yönetime sahip oldu. Birinci bölümde Ahmad, Kanuni ile kapanan yükselişe ve duraklamaya dair siyasi ve ekonomik gelişmeler ile bir devrim çağını anlatmaya devam eder. Osmanlı'nın ekonomik politikası, kent ekonomisine, kent - kırsaldaki toprak rejimine dayalıdır. Önceliği statükoyu sürdürecek etkin kontrolleri sağlamaktır.

Nüfus artışı ve kentleşmeye dayalı ekonomik sorunlar ve sosyal kargaşalar İstanbul'daki yeniçerilerin maaşlarının azalmasına sebep olmuştur. Diğer yandan Anadolu'da Celali İsyanları gibi ayaklanmalar gerçekleşmiştir. Şiddetli memnuniyetsizlikler otoritenin sarsılmasına sebep olmuştur. Bu krizler beraberinde yapısal reformları gerekli kılmıştır ancak ulema ve yeniçerinin ittifakı ile köklü reformlara girişilememiştir. İstikrarsızlığın bir sebebi de sultanların yetkin olmayışlarıdır. Bu açığı sadrazamlar kapatmaya çalışmıştır. Böylelikle sadrazamların yönetim üzerindeki etkileri artmıştır.


Savunmacı bir politika izlemeye başlayan Osmanlı, Avrupa'nın gelişmiş bazı yöntemlerini önemsemeye başladı. Böylece yenileşme hareketleri ve yenileşmeye karşı çıkan ulema ve yeniçeri sorunu bitmemek üzere Osmanlı'ya yerleşti. Rusya'nın Kırım'ı işgal etmesiyle, "II. Katerina İstanbul'daki Ortodoks kilisesini himaye etme hakkına, dolayısıyla da Rusya'yı Osmanlı içişlerine karıştırma bahanesine kavuştu." (Ahmad, 2007:27). Osmanlı tarihi boyunca Batılı güçlerin Osmanlı İmparatorluğu'nun içişlerine karışması Rusya'ya yapılan anlaşmanın ardından başlamıştır ve bu, "Doğu Sorunu" olarak tekrar tekrar karşımıza çıkmıştır. Son olarak reform bu bölümde, hareketlerinin III. Selim'le başladığı belirtilmiştir.


İkinci Bölüm 1789 - 1908 yılları arası olarak "Reform'dan Devrim'e" olarak ayrılmıştır. Yeniliklere karşı çıkan yeniçeri ulema sınıfının gücünün nasıl törpüleneceği bir sorun olarak sürekli karşımıza çıkmaktadır. Meşruiyetini dine dayandıran sınıfın direnişi Osmanlı'nın gerilemesine en büyük sebeptir. III. Selim'in yeniçeriyi etkisiz hale getirmek için kurduğu 'Nizam-ı Cedid' ordusu da Yeniçerilerin kazan kaldırmasıyla başarısızlığa uğramıştır. Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa'nın Ayan'ın hak ve görevlerini yeniden düzenleyen ve bir anlamda Ayan'ı dizginlemek amacıyla "Osmanlı'nın Magna Carta'sı olarak adlandırılan Sened-i İttifak belgesi doğdu." (Ahmad, 2007:33).


Araştırmacımız Ahmad'ın kitaptaki en önemli değerlendirmelerinden birisi, kendisinin de ısrarla altını çizdiği şu paragrafıdır: "Bir ülkenin tarihinde ender zamanlarda, toplum dengesini ve statükoyu sürdüren güçler tökezleyince, tarihi rastlantılar ortaya çıkar. Savaş ve yenilgi bu tür çöküntülerin kaynağıdır ki bu, Mısır'da 1798'de bu Osmanlı eyaleti Napoleon tarafından işgal edildiğinde yaşananın ta kendisidir. Nepoleon Memlukları yenmiş ve onların toplumsal gücünü yok etmişti ki bu da diğer toplumsal muhafazakarlık gücü olan ulemayı korumasız ve iktidardan uzak bırakmıştı. 


Dolayısıyla 1805 yılında Mehmed Ali Paşa siyasi iktidarı ele geçirdiğinde üzerinde kendi programını yazabileceği tam bir siyasi tabula rasa elde etmişti. Rejimine gelebilecek bir tehdidi de 1811'de Kahire kalesinde ayaklanmacı Memluk Beylerini idam ettirerek ortadan kaldırmıştı." (Ahmad, 2007:33).

II. Mahmud bu sayede elde ettiği güçle Vaka-ı Hayriye olarak anılan yeniçerileri öldürttü. İlk gazetenin kurulmasını sağladı. Bektaşi tarikatını yasakladı. Asakir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir ordu kurdu, onları modern üniformalarla donattı. Yeni'nin simgesi fes oldu. Ay yıldız ilk kez Osmanlı kimliğini sembolize eden bir simge olarak kullanıldı. Tercüme Odası kurularak millileşme hareketlerine önem verdi. Batılı ülkelerle iktisadi politikaların belirlendiği anlaşmalar imzaladı. Batılılaşma hareketlerine ağırlık verdi. 1858 Arazi Kanunnamesi özel mülkiyet için önemli bir adımdı ancak köylünün aleyhine işledi. 


II. Mahmud'un ölümüyle "girişim gücü tamamen bürokratlara geçti." (Ahmad, 2007:40). Hukukun üstünlüğünü koruyan Gülhane Hatt-ı Hümayunu diye bilinen ferman Müslim ve gayrı-Müslim herkes için eşitlik içeren bir çağın başlangıcı oldu. Ferman laikleşme açısından önemli bir adımdı. Cemaatler ayrıcalıklarından vazgeçmek istemedi. Böylece büyük güçler reformların garantörü oldu. Kırım savaşı ve Paris Anlaşması gibi önemli tarihi olayların ardından 17 yıl sürdürülen dönem 1856'da rafa kaldırıldı. Toplumsal memnuniyetsizliğin bir sonucu olarak Yeni Osmanlılar hareketi doğdu. "Bu, rejimi eleştiren ilk modern muhalefet hareketti." (Ahmad, 2007:45). 


Yeni Osmanlıların amacı yıkmak değil, düzeni daha kapsayıcı ve Avrupa'nın genişlemesine daha dayanıklı hale getirmekti. Seçkin değillerdi, fikir adamıydılar, halktan ayrıydılar. Bu yüzden fikirlerine sempati ile yaklaşan bir hükümdarı tahta çıkarmak istiyorlardı.

Sultan II. Abdülhamid, Yeni Osmanlıların desteğiyle tahta çıktı. "Reformcular, artık bir yandan Batılı fikir ve kurumları benimserlerken diğer yandan Batılı Emperyalizme karşı savaşma ikilemiyle yüz yüze kalmışlardı." (Ahmad, 2007:52). 1877'deki Rus Saldırısı başarılı bir Meşrutiyet girişimini engelledi. "Rus ordusu ertesi yıl başkente doğru ilerlerken sultan Meclis'i kapatmak için gereken mazerete kavuştu. 1878 Şubat'ında, meclis faaliyetleri durduruldu ve sonraki otuz yılda, Temmuz 1908'de anayasanın işlerliğe kavuşturulmasına kadar, bir daha toplanmadı." (Ahmad, 2007:52). 


Bütün yaşananlara rağmen Abdülhamid hükümdarlığı boyunca anayasaya uygun davrandığı kurgusunu korudu. Sultan 'yeryüzünün halifesi' konumunu Batı'ya karşı güçlendirmek için kullandı. Batı'nın Osmanlı'ya karşı taraflı tutumu reformcuları hayal kırıklığına uğrattı. Osmanlı topraklarını bir arada tutmak ve halkın motivasyonunu sağlamak amacıyla Osmanlıcılık ve Türkçülük akımları doğdu. Avrupa'daki milliyetçilik fikrinin gelişmesine rağmen Türkçülük beklenen etkiyi gösteremedi. 


II. Abdülhamid döneminde ilk tarım bankası olan Ziraat Bankası kuruldu. Büyük küçük toprak sahiplerinin bankadan çektikleri krediyle tefecilerin önü kesildi. Para getiren ziraat ürünleri yetiştirdiler. "Bunlar zenginleşerek yerel burjuvalara dönüştüler ve 1908 sonrası siyasette etkili oldular." (Ahmad, 2007:56). 

II. Abdülhamid'in sonunu getiren eğitim alanında yapmış olduğu reformlardı. Abdülhamid'in ortaokul ve lise eğitimine ağırlık vermesiyle buradan mezun olanlar askeri ve bürokratik kariyer amaçlı Jön Türk hareketini başlattılar. Bunlar Abdülhamid karşıtıydı ancak sultan, bu subaylara ihtiyatlıydı. Jön Türkler bir devrim yapmak niyetindeyken milliyetçi eğitimli kanat siyasal ve sosyal sistemi daha kapsayıcı ve modern hale getirmek istiyordu.


"Meşrutiyet Devrimi, Reform ve Savaş" olarak adlandırılan üçüncü bölüm 1908 - 1918 yıllarını içermekte. Bu on yıllık süreç, otuz sayfada, diğer süreçlerin anlatıldığı bölümlerden daha ayrıntılı verilmiştir. Çünkü bu on yıllık süreç yaklaşık 800 yıllık bir devletin son anlarıdır.


Ahmad'a göre Osmanlı, 20. yüzyıla Sultan Abdülhamid'in 23 Temmuz 1908'de otuz yıl önce rafa kaldırılan anayasayı tekrar yürürlüğe koymasıyla girdi. Tüm vatandaşlar için 'özgürlük, eşitlik ve adalet' ile güvencesi veren bu girişim, her kesim tarafından coşkuyla karşılandı. "Bir gecede, basın her istediğini sansür tehdidi olmadan basıp yazacak hale geldi; insanlar aralarında Saray hafiyeleri bulunmadığından emin olarak kahvehanelerde bir araya geldiler. Kasaba ve şehirlerde halk ellerinde pankartlarla, bando-mızıka eşliğinde hükümet konaklarına yürüyerek yeni düzeni öven konuşmalar yaptı. Siyasi suçlular için af çıkarıldı; sürgündekiler Avrupa'dan, Mısır'dan ve geniş sınırları olan imparatorluğun çeşitli köşelerinden İstanbul'a dönmeye başladılar (Ahmad, 2007:61). 


Mutlakiyetçilikten padişah değil, yakınları sorumlu tutuldu. İttihad ve Terakki Cemiyeti, iktidardaydı ve yasa ve düzen eksikliğini girecek yasamaları gerçekleştirmek için eskiye dönmesi durumunda yeniden mücadeleyi başlatacaklarına dair Abdulhamid'i tehdit ettiler. Amaçları çok dinli ve çok uluslu toplumun 20. yüzyıla ayakuydurması için reformlar yapmaktı. Bunun önündeki en önemli engel olarak şeriat olduğunu düşünüyorlardı. Muhafazakarlar ise öyl olmadığını düşünüyorlardı. Makedonya'dan yönetilen İttihadçılar ile İstanbul'da Babıali bürokrasisine hakim olan Ahrar fırkası arasındaki sürtüşme, 1908'deki seçimlerde İttihadçıların zaferiyle sonuçlandı. 


Saray'ın kontrol altına alındığını düşünen İttihadcılar, Hüseyin Hilmi Paşa'nın sadrazam olmasıyla hayal kırıklığına uğradı. Muhalefet ise İttihadcılara karşı sert bir basın kampanyası başlattı. 1909'da, İttihadcılara karşı devrim girişiminde bulunanlara karşı, "düzeni sağlamak amacıyla, sert önlemler alındı ve Osmanlı tarihinde ilk defa bazı seçkin Müslümanlar âyan katliamındaki rolleri sebebiyle asıldılar." (Ahmad, 2007:67). Devrim karşıtlarının etkisi kırılınca İttihadcılar yeniden radikal kararlar almaya başladı. 


Kapitülasyonlara rağmen, alınan bazı iktisadi önlemler sadece Saray çevresinde değil, Anadolunun içlerinde de olumlu karşılandı. Bu güven ortamı asayişi de kolaylaştırdı. Balkanlardaki savaş, İtalya'nın Trablusgarb'a savaş açmasıyla İttihadcılar içinde, zaten var olan görüş farklılıkları hizipler olarak baş gösterdi. 


1912 yılında "hileli" olarak tarihe geçen  seçimler sonucu İttihadçılar ezici bir çoğunlukla yeniden iktidara geldi ancak, istifaya zorlanarak liberal yönetim iktidara getirildi. Bu yönetim İttihadcıları yok etmekte kararlıydı. "Liberallerin daha fazla zamanları olsaydı ve büyük güçlerden, özellikle İngiltere'den Balkan Savaşı sonrası yeteri destek görselerdi, İttihad ve Terakki Cemiyeti'ni yok ederek, yenilgiden sonra ayakta kalabileceklerdi (Ahmad, 2007:71). 

Ancak balkanlardaki ülkeler, Osmanlı içerisindeki bu siyasi karmaşadan faydalanarak birlik olup Osmanlı'ya saldırdı ve bu savaş Balkanların kaybedilmesine yol açtı. Osmanlı bozgunu Çatalca yakınlarında durdurulabildi. Edirne'nin ısrarla istenmesinden dolayı bir anlaşmaya varılamadı. Hazine boştu. 1913'te yeniden iktidarı ele geçiren İttihadcılar, büyük güçlerin devreye girmesindense Edirne'nin verilmesine karar verdi. Yeni kabine, Damat Salih Paşa gibi birtakım komplocuları idam etti. Balkanlarda Sırpların Yunanlılara, Romanya'nın Bulgaristan'a savaş açmasını fırsat bilen Osmanlılar, durumdan istifade kaybettikleri toprakları geri almaya başladılar. 


Özellikle Edirne'nin geri alınması, İttihadcıların yeniden güven kazanmasını sağladı. Büyük güçler, Osmanlı'ya karşı ortak bir cephe ortaya koyamadılar. Buna rağmen, Balkanlardaki yenilgilerden sonra İttihadçılar kendi içinde büyük güçlerin üzerilerindeki etkinliğinden kurtulmak için ağır sanayiye yöneldi. Zira Osmanlı topraklarında yaşayan gayr-ı Müslimleri bahane ederek sürekli yaptırımlar uyguluyorlardı. Doğu Sorunu, alınacak kararlarla hafifletilmeliydi. Rusya'nın isteği üzerine Ermeniler silahlandırıldı. Ancak yine Rus ajanların kışkırtmasıyla Kürtler Ermeni katliamına girişti. İsyankar Kürtler daha sonra çıkabilecek şiddet olaylarının önüne geçilmesi için cezalandırılarak on bir suçlu halk önünde idam edildi.


Avrupa iki bloğa ayrılmıştı. İttihadcılar, bu iki bloktan biriyle ittifak kurmaya karar verdi. Sırbistan'ın Almanya'ya saldırmasına kadar durum belirsizdi. ilk adım, Hilafet'in de kendisine yarar sağlayacağını düşünen Almanya'dan geldi. Boğazdaki gemi olayından sonra Osmanlı bilfiil Birinci Dünya Savaşına girmiş oldu. Savaş, Osmanlılar açısından iki temel aşamaya bölünebilir. "Kasım 1914'ten Rusya'da devrimin başladığı Mart 1917'ye kadar olan 'kriz ve canlanma yılları' olarak nitelendirilebilecek süre, Mart 1917'den Ekim 1918'e kadar süren 'umutların belirmesi ve yenilgi' dönemi (Ahmad, 2007:81). 1915'de Amerika'nın da savaşa dahil olmasıyla Çanakkale Boğazı'nda, büyük kayıplar verilmesine rağmen başarılı bir savunma gerçekleşti. 


Churcill'ın Çanakkale Boğazındaki bombardımanı, öncelikle Yunanistan ve Bulgaristan'ı da İtilaf devletleri safında savaşa çekmeyi amaçlıyordu. Diğer yandan da "başkentteki Rum ve Ermeniler'in ayaklanmasına yol açacağını ve İngiliz propaganda metinlerinde 'Osmanlı Yahudilerinin etkisi altındaki ateistler ve masonlar' olarak tanımlanan İttihadcılara karşı bir müslüman hareket başlatılacağını ummaktaydı. Olmadı. Bu arada düşman tarafına geçeceğine inandırılan Ermeniler tehcir edildi. Bu, büyük katliamlara da sebep oldu Ahmad'a göre.


"Bu arada belirtmek gerekir ki, devlet tarafından desteklenen ideoloji pan-İslam ve Osmanlıcılıktı; genelde belirtildiği gibi Türk milliyetçiliği değildi. (Ahmad, 2007:83). Müslümanlar halkın çoğunluğunu ifade ediyordu ve halen hakim olan dini dayanışmaydı. Rus cephesinde, askerleriyle ağır bir yenilgi yaşadığı Sarıkamış'tan Enver Paşa yıkılmış bir adam olarak döndü. 2016'da İtilaf Devletleri'nin Gelibolu'dan çekilmesi ve Rusya'daki devrimle Rusya'nın savaştan çekilmesi, zoraki barış şartlarına razı olmaya yaktın Osmanlı için kaybedilen toprakları geri alma ümidini sağladı. Ancak bu, büyük güçlerin hesaplarına uymuyordu. Almanya'nın da. 


Almanya'ya bağımlı olan Osmanlı, Almanya ile Rusya arasındaki anlaşmadan sonra yeniden ümitsizliğe düştü. Hükümet, Almanya'yla ittifakla lekelenmemiş yeni bir hükümetin kurulması için istifa etti. Yerine kurulan hükümet, savaşı sürdürmenin yararsızlığını kabul etti ve 1918'de savaşı sonlandıran Mondros Mütarekesi imzalandı.

"İşte bu olay, Osmanlı İmparatorluğu için Birinci Dünya Savaşı'nın bittiğine bir işaret oldu. Savaş yenilgiyle sona ermişti, ama on yıllık Meşrutiyet yönetimi, özellikle de savaş yıllarında Osmanlı toplumunu değiştirmişti. Savaş, İttihadcılar için, toplumsal olan her şeyi ve bizzat toplumu belirlemişti. Dinamikleri gereği savaş, tüm diğer toplumsal, siyasal ekonomik ve kültürel süreçleri boyunduruğuna alarak en kapsamlı olay haline gelmiş ve doğrudan ya da dolaylı olarak toplumun her bireyini etkilemişti. Ancak savaşın bu özelliği bizleri farklı gruplar ve kişilerin de etkilendiği gerçeğini görmezden gelmeye yöneltmemeli; çoğunluk için yıkımı temsil eden şeyler bazı Müslümanlar için bir nimet olmuştu" (Ahmad, 2007:87) 


Ahmad'ın burada bahsettiği nimet, zenginleşen Müslümanların da baskısıyla 'milli ekonomi' kurulmasının alt yapısını oluşturacaktı. "Özetle, Meşrutiyet dönemi Osmanlı halklarının, özellikle de kendilerini Osmanlı yerine Türk olarak görmeye başlayanların zihniyetini değiştirdi" (Ahmad, 2007:89). Ahmad, bu bölümü yazar Vâlâ Nurettin'in, devrimden kırk yıl sonra yazdığını alıntılayarak sonlandırıyor: "Eğer Türkler İkinci Meşrutiyet dönemini yaşamasaydı, vatan ve millet kavramları yaygınlaşmayacaktı... Bu şartlar altında bir milli mücadele mümkün olmazdı. Büyük ihtimalle bugün ortada bir Türkiye Cumhuriyeti olmaz ve Türkiye Ortadoğu'da ancak bir krallık olabilirdi." (Ahmad, 2007:89).


Feroz Ahmad, kitabının adını "Bir Kimlik Peşinde Türkiye" diye koymasının en bariz sebebi, dördüncü bölümde işlediği Kemalist Dönem'den geliyor denebilir. 1919-1938 yılları arasındaki gelişmeleri yazdığı bu bölümde, Türk kimliğinin günümüz anlamının tam olarak yerleştiği dönem ifade ediliyor. Bu yüzden, kitabın yazılış amacını temellendiren bölüm dördüncü bölümdür diyebiliriz.


Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu Sevr Anlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştı. "Ancak, Jön Türkler döneminde türm eksikliklerine rağmen bir müslüman, seçkin-karşıtı ve yeni canlanan burjuva sınıfı yaratmıştı ki, bunlar haklarını korumak amacıyla savaşmaya, yeni bir vatanseverler ülkesi kurmaya hazırdı" (Ahmad 2007:93).


Mustafa Kemal, Selanik'te doğmuş ve burada askeri ortaokula gitmiş, Manastır'daki askeri liseden sonra İstanbul'daki Harp Okulu'na devam etmiştir. Askerlerin siyasetle uğraşmasına karşı olan Mustafa Kemal, İttihadcıların ana kadrosunda yer almadı. Farklı cephelerdeki başarılı askeri tecrübesi sayesinde ön plana çıktı. Şehzade Vahdettin tarafından resmi Almanya gezisine davet edildi. Bu, iyi anlaşmalarına ve Vahdeddin'in tahta çıkmasından sonra Mustafa Kemal'i Anadolu'daki birliklerin terhisini denetlemek için görevlendirilmesine vesile oldu. Sevr'den sonra, "başlangıçta, İstanbul odaklı, ülkenin bağımsızlığını genelde diplomatik yöntemlerle sağlanacak bir strateji izlenebileceğini umdu" (Ahmad, 2007:97).  


Yeni kurulan kabine, Sultan'a bağlı ve muhafazakar bir politika izleyecekti. "Askeri şöhreti ve İttihadçılara karşı olduğu bilinmesine karşın" kabinede kendisine görev verilmemesi onu hayal kırıklığına uğrattı. Ancak İngiltere'nin de onayıyla, silah bırakmamış Osmanlıları silah bıraktırmak üzere görevlendirilerek Anadolu'daki 9. Ordu'ya gönderildi. Samsun'a 19 Mayıs 1919'da vardığında, İzmir Yunanlılar tarafından beş gün önce işgal edilmişti. 


Mustafa Kemal, aldığı görevi bir kenara bırakarak, bölgedeki komutanlarla anlaşarak Amasya'dan bir direniş genelgesi yayınladı. İstanbul'un buna karşı çıkmasıyla görevinden istifa ederek Erzurum ve Sivas'ta kongreler yaptı. Kongre başkanı seçilen Mustafa Kemal, merkezi Ankara'ya taşıdı. Bu, ulusal direnişin bu kenti hareketin merkezine dönüştürdü. Ahmad'ın bu noktada dikkat çektiği, İngilizcede nation, national ve nationalist gibi terimlerin Türkçe karşılığı olan millet, milli ve milliyetçi kelimeleridir. "Bu kelimeler bağımsızlık savaşı boyunca ve sonrasında, milliyetçiden çok vatanperver, dışlayıcıdan çok bütünleştirici anlamlarda kullanılmışlardır. Bu terimler, Anadolu'nun tüm İslami unsurlarını -Türkleri, Kürtleri, Çerkezleri, Arapları ve Lazları- kapsıyordu ve her birinin kendi benlikleri vardı; Mustafa Kemal, 1919'un ekim ayında, Misak-ı Milli'yi buna göre belirlendiğini belirtmişti (Ahmad, 2007:99). Bütün farklı Müslüman unsurları barındıran Türk kavramı, " Osmanlı veya Kemalist vatandaşlık anlayışı asla etnik olmamıştır" (Ahmad, 2007:100).


Ankara ve İstanbul arasındaki mücadele, Vahdettin'in bir İngiliz Savaş gemisiyle kaçmasının ardından Meclis'in Abdulmecid Efendi'yi halife ilan etmesiyle de devam etti. Padişahlık kaldırılmıştı ama halifelik devam ediyordu. Dolayısıyla toplum üzerinde İstanbul'un etkisi devam ediyordu. Sevr anlaşmasını tanımayan Ankara, Büyük millet Meclisini kurdu. Mustafa Kemal, bazı muhafazakar silah arkadaşlarına rağmen, Halk Fırkasını kurarak liderliğini ilan etti. Kurtuluş Savaşı'nın kahramanı oldu. Ağustos 1923'te Meclis Başkanı seçildi. Meclis hilafet makamı olarak İstanbul'u tanıdığını ancak devletin Başkenti'ni Ankara ilan ediyordu. 


Bu siyasal ağırlığı Ankara'ya çeken bir darbeydi. Yasal kabul ediliyordu. 1924'te hilafet kaldırıldı. Mustafa Kemal'in desteği ile kurulan muhalefet partisi, Menemen Olayı'ndan sonra kapatıldı. Mustafa Kemal, inkılaplarını hızlandırdı. 1926'da önce kendi heykelini diktirdi. Sonra 1928'de devletin dinini İslam olarak belirleyen maddeyi kaldırdı. Harf inkılabıyla bir anda Osmanlıyla geçmişini sildi. 1930'da yeniden bir partinin kurulmasıyla muhalefete kapı aralandı. Ancak, kurulan Serbest Fırka'nın başında bulunan ve Mustafa Kemal'in yakın arkadaşı olan Fethi Bey, "Mustafa Kemal'e açıktan meydan okumaya zorlanmaktansa partisini feshetme kararı verdi (Ahmad, 2007: 108).


Menemen Olayı, "reformların sığ, köksüz tabiatını gözler önüne serdi ve reformaların kendiliklerinden toplumda kök salamayacağının işaretini verdi" (Ahmad, 2007:108). Bir milliyetçiden çok bir vatansever olan Atatürk, laikliği bir din düşmanlığı olmadığını ve dinin sadece devletin kontrolünde olduğunun açıklanmasının gerektiğini fark etti. İtalya ve Almanya'daki faşist rejimlerin aksine daha ılımlı bir politika izlemeye özen gösterdiğine dair işaretleri paylaşan Ahmad, solcuların bile kendilerini Mustafa Kemal'i överken bulduklarını aktarır (Ahmad, 2007:111).


Kurulduğunda kibrit üretemeyen Türkiye, hızla sanayileşmeye başladı. Türkiye kendini doyurabilir hale geldi. Halk meslek sahibi olmaya başladı. ""Her ne kadar yaşamı boyunca bunarın hepsini tam olarak kullanmadıysa da, Atatürk siyasi partiler, sendikalar, hür bir basın, ifade özgürlüğü gibi liberal kurumların mantığını kabul etti." (Ahmad, 2007:113).


Çok Partili Siyaset ve Demokrasiye Doğru başlığı, 1938-1960 yıllarını içeriyor beşinci bölümde. Celal Bayar'ın, Atatürk tarafından Başbakan seçilmesi, Atatürk'ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanının Bayar olmasını düşündürmüştü. İnönü, Fevzi Çakmak'ın desteğiyle Türkiye'nin ikinci cumhurbaşkanı seçildi. Atatürk'ün karizmatik kişiliğinin yanında İnönü sönüktü. 


İnönü, öncelikle siyasi sürgünleri Türkiye'ye döndürdü. Böylece siyasi bir güç edinecekti. Liberalleşmeyi sürdürdü, meclis içerisinde Hükümet'e sadık yeni bir oluşuma izin verdi ancak bu kağıt üzerinde kaldı. Hitler ve Stalin, Atatürk'ten sonra İnönü'nün siyasi otoriteyi sağlayamayacağını düşünmüşlerdi ancak İnönü bu konuda ihtiyatlıydı. İkinci Dünya Savaşı başladığında tarafsız kalarak Cumhuriyet'i tehlikeye atmamaya karar verdi. Avrupa'daki savaş, Türkiye ekonomisini de etkiledi. 

İnönü, Milli Koruma Kanunu yürürlüğe koydu. Ancak bu yeterli olmayınca çıkardı Vergi Kanunu ile tartışma yarattı. Amaç, savaştan kazanç elde edenlerden vergi almaktı ancak vergi miktarları tüccarların dinlerine göre farklılık arz ediyordu. Gayrı-Müslimler varlıklarını satmak zorunda kaldı. 1942'de ekmek karneye bağlanacak kadar darboğaza girildi. Bürokrasi hariç tüm sınıfların memnuniyetsizlikleri artıyordu. "Ocak 1945'te toprak reformu tasarısı ülkedeki düşünce sahiplerini iki kutba ayırdı. 

Devletçiler toprağın yeniden dağıtılmasını, toprak ağlarının siyasi ve iktisadi güçlerini kırmak, Türkiye'yi Balkan devletlerine benzer bir bağımsız küçük toprak sahipleri cumhuriyetine dönüştürmek istiyordu. Kanun yasalaşsa da, CHP'de işadamı ve bankacı Crlal Bayar, bir bürokrat olan Refik Koraltan, bir profesör olan Fuat Köprülü, toprak ağası olan Adnan Menderes özel mülkiyetin çiğnenmesine karşı çıkarak çok partili siyasal sistemin kurulması ve demokrasinin uygulanması çağrısı yaptılar. Muhaliflerden üçü ihraç edildi, Bayar ise istifa etti. Ayrılanlar, Demokrat Partiyi kurdu.


İnönü, Demokrat Parti'nin Anadolu örgütlenmesine fırsat vermeden, seçim kanunu da değiştirerek, 1947'deki seçimi öne çekip 1946'da erken seçime gitti. Beklediği gibi oldu ve çoğunluğu elde ederek hükümeti kurdu. Ekonomik krizler birbirini takip etti. Enflasyonun başlaması hükümeti zor durumda bıraktı. Ezan Türkçe okunuyordu. İnönü, Müslümanlara karşı daha ılımlı olabileceğine dair bir profil çiziyordu. 1950'de yapılacak seçimde üstünlük sağlayacağını düşünerek girdi seçimlere. Ancak  seçmenler, "CHP'ye kahredici bir darbe indirdiler ve Demokratları ezici bir çoğunlukla iktidara getirdiler (Ahmad, 2007:126).


"Müdahaleci devleti sınırlandırmak, bireysel hak ve özgürlükleri geliştirmek" amacıyla iktidara gelen Demokrat Parti kısıtlayıcı 1924 Anayasası'nı kullanıyordu. Ve Soğuk Savaşın tüm olumsuz etkileri Türkiye'de de görülüyordu.


1952'de NATO'ya tam üye olan Türkiye'de, Demokratların iktidara gelmesiyle doğan büyük umutlar kısa sürede yerini hayal kırıklığına bıraktı. Demokrat Partililer, çoğunluğun desteğini alarak her bir şeyi yapabileceklerine inanıyorlardı. "Kemalist 'Halk için halka rağmen' düsturu ile uyumluydu" (Ahmad, 2007:132) politikaları. Halk Partililer, partinin mal varlığına el konulması tehdidiyle baskı altında tutuldular. Soğuk savaş geerekçe gösterilerek tüm sol girişimlere yasak getirildi. Anayasa metni Osmanlılaştırılarak, Osmanlının geçmişiyle yakınlık kuruldu. Ezanın yeniden Arapça okunmasına izin verildi. Menderes'in önceliği Türkiye'nin hızlı büyümesiydi ve bunun için her şeyden önemli olan siyasi iktidarın otoritesinin gücünü korumaktı. Bundan dolayı antidemokratik uygulamaları değiştirmek gibi işlerle uğraşmak istemedi. Böylece ne muhalefeti ne de muhalefetin eleştirilerini ciddiye almadı. Onu asıl tedirgin eden, parti içi muhalefetti. "Gücü artıkça eleştirileri görmezden gelmeye başladı ve kendi partisi içindeki demokrasiyi boğdu. 1950'deki yenilgisinden sonra İnönü siyaset sahnesinden ayrılsaydı, Ahmad'a göre her çok farklı olabilirdi. Ancak devletin aygıtları -bürokrasi, yargı, ordu- hala İnönü'nün etkisinde olduğundan şüphelenerek, Demokratlar "İnönü muhalefet lideri olduğu sürece iktidarda rahat olamayacakları fikrine dayalı mantıksız bir korkuya kapıldılar" (Ahmad, 2007:135).


Menderes, Rusya ile ilişkilerini düzeltmesi gerektiğini geç fark etti. Daha liberal bir politika izlemesini bekleyen aydınların desteğini yitirdi. Diğer yandan "askeri harcamaları, bütçe daha büyük bir artı verene kadar bekletmek durumundaydı" (Ahmad, 2007:142). Ordu, hem ekonomik anlamda sıkıntı yaşıyor hem de toplum içerisinde itibarsızlaştırılıyor gerekçesiyle rahatsızlığını dile getiriyordu. Sorunlar bir türlü aşılamadı. Aydınların da desteği ile asker devrim yaptı ve gayri hukuki bir mahkeme tarafından yargılanan Menderes asılarak idam edildi.


1960-1980 yılları arası, Askerî Vâsiler olarak ayrılan altıncı bölüm, Cunta Yönetimi ile başlıyor. Seri bir şekilde Milli Birlik Komitesi'nin kurulmasının ardından radikallerin Komite içinden temizlenmesiyle 27 Mayıs Hareketi'nin nasıl bir 'aydınlar devrimine' dönüştüğü anlatılıyor. 


Demokrat Parti etkinliğini yitirmiş, CHP iktidar dışında kaldığı süre içerisinde yapacağı reformları tasarlamıştı. Yasaların yasallığını denetleyecek bir Anayasa Mahkemesi kurulacak ve özgürlükler artırılacaktı. Milli Birlik Komitesi, geçici bir Anayasa ile 1960'ta meşrulaştırılan bir geçici hükümete dönüştü. Radikallerin uzaklaştırılması burjuvaziyi memnun etmişti. 

Uzaklaştırılanlar iki başarısız darbe girişiminde bulundular. Hazırlanan Yeni Anayasa 1961'de halka sunuldu ve halkın yüzde kırkının karşı çıkmasına rağmen çoğunlukla kabul edildi. Millet Meclisi ve Üst Senato'dan oluşan Meclis, Cemal Gürsel'i Cumhurbaşkanı seçti. Silahlı kuvvetler özerkliğe kavuşturulurken Devlet sosyal devlete dönüşmüştü. Generaller sistemi tehdit ettikleri gerekçesiyle sol hareketlerden hoşlanmıyordu. Ekonomik tedbir ve kararlarla ülke ekonomisinin gelişmesi için seri ancak orta vaadeli kararlar alınıyordu. Sanayileşmeyle birlikte kentleşme oranı artıyor bu da toplumsal yapıyı değiştiriyordu. 


Burjuvazinin desteği ve baskısıyla Türk Sanayiciler ve İşadamları Derneği kuruldu. Radyo ve televizyon yaygınlaştı. Tekelciliğin ekonomik anlamda verdiği zararlar sonucu iflaslar artıyor ve ekonomik istikrasızlık beraberinde siyasal durumu da olumsuz etkiliyordu. Siyasi partilerin kurulması ve ilk seçimlerden sonra tek başına hükümet kuracak yeterliliğe sahip olunamaması koalisyonlar dönemini başladı. 61-61 yılları arasında üç koalisyon hükümeti kuruldu ancak başarı sağlayamadılar.

1961 Anayasası, Türkiye'nin dışa doğru siyasal pratikleri beraberinde getirdi. 1960 yılında ortaya çıkan gelişen Kıbrıs Sorunu, o yıllarda çözüme kavuşturulmuş görünse de, 63-64 yıllarında adadaki Rumlar ve Türkler arasında şiddetli çatışmalar başladı. Çözüme dair öneriler sonuçsuz kaldı. Amerika'nın özellikle müdahil olup, baskınlık kurması Türkiye'de değişik gösterilerin yapılmasına sebep oldu. Olaylar 1971 askeri müdahalesine kadar sürdü. Ancak bu gelişmeler, halkın milliyetçi duygularını kabarttı. Amerikan karşıtı solcularla, sağa yönelen milliyetçiler arasında sürekli çatışmalar çıktı. 1965'te iktidara gelen Demirel, Amerika ile ilintili olduğu halde tüm bu sorunlarla baş etmek durumunda kaldı. Diğer yandan Avrupa'daki işçi hareketleri Türkiye'deki işçileri de cesaretlendirmiş ve sendikalardan ayrılan işçiler hükümete karşı bir tehdit olarak baş gösteriyorlardı.


1969 seçimlerinden sonra siyasi bölünmeler yaşandı. "Türkeş (MHP'de) hem tekelci kapitalizme hem komünizme karşı olduğunu söyleyen bir aşırı milliyetçiydi, Feyzioğlu (GP'de) basitçe ortanın sağındaydı ve sundukları Demirel'den çok farklı değildi, Erbakan (MNP'de) sermaye tekellerini Hıristiyan/ Yahudi Batı'nın uşakları olarak tanımlayan 'İslami' jargonu kullanıyordu" (Ahmad, 2007:163). 


Bu küçük partiler bu yıllarda sadece birer koalisyon ortağı olarak işlev gördü. Özellikle üniversitedeki gençlerin taşkın hareketleri gerginliği gittikçe tırmandırıyordu. 1970'de solun asker içerisindeki ilişkileri biliniyordu. Bazı askerlerin tasfiyesi sonucunda Generaller, 'Emir-komuta zinciri'nin dışındaki subaylardan bir müdahale tehdidi vardı ve generaller önce davranarak kendi reform programlarını uygulayıp radikalleri bastırmaya karar verdi" (Ahmad, 2007:165).

Her bir aşırı grubun taşkınlıklarıyla baş edemeyen Demirel'in kendi grubundan açıktan destek istemesi, askeri harekete geçirdi. 12 Mart 1971'de dört önemli general (Genel Kurmay başkanı, kara, deniz ve hava komutanları) dönemin cumhurbaşkanına ve meclis ve senato başkanlarına birer muhtıra sundular. Demirel, mecburen istifa etti. Böylece, yeni cunta partiler üstü sivil ve muhafazakar bir meclisle çalışmaya karar verdiler (Ahmad, 2007:166). 


Prof. Dr. Nihat Erim, 1973'teki seçimlere kadar iki kez kabine kurdu. Yedi ilde sıkı yönetim ilan edildi. Siyasi hayat devre dışı bırakıldı. Toplantı ve seminerlere izin verilmedi. Bazı gazetelerin yayını durduruldu ve yetkililerin belirlediği kitapların satışına yasaklar getirildi. Tehdit olarak görülen gazeteci ve aydınlar tutuklanarak işkence gördü. İşkence sıradanlaştı. 61 Anayasası'nda değişiklikler yapılarak seçime gidildi.


6 Nisan 1973'te, Fahri Korutürk cumhurbaşkanı seçildi. İsmet İnönü, CHP liderliğini Ecevit'e kaptırdı. Yine 1973'te seçime gidildiğinde, CHP, kendisinden hiç beklenmedik bir şekilde oyların yüzde 33'ünü almıştı. AP ikinci, MSP üçüncü parti olmuştu. İlk koalisyon CHP ve MSP arasında kuruldu. 1974'teki Kıbrıs Sorunu'nun çözüme kavuşturulmasında etkin rol oynayan Ecevit, bir anda halkın kahramanı haline geldi. Erken seçime giderse tek başına iktidar olacağını düşünen Ecevit'in, sağ partilerce kabul edilmeyen istifa girişimi, siyasi istikrarsızlığın istikrarı oldu adeta. Ecevit ne reformları hayata geçirebilmişti ne de asayişi sağlayabilmişti. Papa'ya karşı suikast girişimi, Alevilere karşı saldırıların artması gerilimi tırmandırdı. Güneydoğu Anadolu kontrol altına alınsa da, generaller teröristlere karşı başarılı olamadı. CHP 80 öncesi girdiği iki seçimden oy kaybederek çıktı .


İran İslam Devrimi ve Sovyet Rusya'nın Afganistan'a müdahalesi, Türkiye'nin bölgedeki stratejik önemini artırdı. Ancak Washington, Türkiye'nin Demirel yönetiminde bölgede istikrarlı bir müttefik olamayacağına hükmetti. Bunu sadece askerler sağlayabilirdi. Amerika'nun Yunanistan'a yaklaşması, Türkiye'nin Batı'ya endekslenmesine sebep oldu. Artan ekonomik krizler, İMF'nin programını gündeme getirdi. Ne var ki, ekonomik danışman olarak atanan Turgut Özal askerlere, ekonomik reformların hayata geçirilmesi için siyasetin engel olduğunu söyledi. Konya'da yaşanan olaylar bahane edilerek siyasal hayatı felç edilmişti. Böylelikle 12 Eylül 1980'de generaller bir kez daha duruma müdahale etti ve yönetime el koydu.


Yedinci bölüme gelindiğinde, Ahmad 1980-2006 yıllarını "Ordu, Partiler ve Küreselleşme" başlığı altında aktarıyor. Bu bölümde, yaşlarımız itibariyle bildiklerimizden farklı bir şey söylemiyor Ahmad. ABD güdümündeki 80 darbesi, Özal'ın 83'te tek parti olarak iktidara gelmesi, siyasi yasaklıların siyasete dönmesi, Yönetimi askere bırakıp ekonomik gelişmelere odaklanan Özal'ın oy oranının gittikçe düşmesi, Kenan Evren'den sonra Cumhurbaşkanı olması, kendisinin partisinden ayrıldıktan sonra Anavatan Partisi'nin eski gücüne bir daha dönememesi, koalisyonlar, ekonomik sorunların derinleşmesi konuları enine boyuna işleniyor. 


Özal'ın ani ölümüyle Demirel'in Cumhurbaşkanı olmasının ardından Anavatan'da olduğu gibi, Doğru Yol Partisi'nin de gün be gün erimesi sonucu, koalisyonların devam etmesi, Çiller'le Erbakan'ın kurduğu koalisyonda Erbakan'ın başbakan olduğu dönemde İslami ülkelerle girdiği yakın temas ve en son, ticari işbirliğinin gelişmesi için Tunus'a yaptığı seyahat sonucu çektiği tepkiler aktarılıyor. 


28 Şubat 1997 tarihinde, Milli güvenlik Kurulunda, Erbakan'ın Siyasal İslam'ın Kürt milliyetçiliğinden bile daha tehlikeli olduğuna dair hazırlanan yirmi maddelik önlem planının altını imzalamak durumunda kalması, bundan sonra istifa etmesi, hükümet kurulma görevinin Mesut Yılmaz'a verilmesi ve nihayet 1999 seçimlerinde yeniden Ecevit başkanlığında bu kez üçlü bir koalisyon hükümetinin kurulması ve ülkenin tüm bu istikrarsızlıklardan kaynaklı derinleşen ekonomik krizler bir bir işleniyor. AB üyeliğine ağırlık verilmesi, partilerin kapatılması ve buna dair tepkiler, AB müzakerelerinde Güneydoğu'daki Kürt sorunu ile baş etmede insanlık dışı muameleler uygulandığına dair yaptırımlar vs tüm bu koalisyonların sonunu getiriyor.

2002 yılında 3 Kasım pazar günü yapılan seçimlerde, AK Parti yüzde 34 oy alarak tek başına hükümet kurma yetkisine de kavuşmuş oluyor. Bu süreci 2006'daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesine kadar kitabına alan Ahmad, son olarak AK Parti Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın Cumhurbaşkanlığı seçimlerine girmesi durumunda AK Parti'nin de akibetinin Anavatan ve Doğru Yol partileri gibi olacağına dair öngörüsüyle bitiyor kitap.


SONUÇ VE DEĞERLENDİRME


Bu yazı, her ne kadar bir kitap değerlendirmesi olarak yazılmaya başlanmışsa da, genel anlamda kitabın sadece bir özetini sunmakta. Başka araştırmacıların, kitapta geçen olaylara ilişkin değerlendirmeleri eksik kalmıştır. Zira Ahmad, bir tarihçidir ve kitabın arka kapağındaki yorumlarında da belirtildiği üzere kendine özgü analitik ve nesnel bir tarih kitabı olduğu açıktır. 


1071'den 2006'ya kadar aktarılan tarihsel süreç, ölmek üzere olan birinin gözlerinin önünden hayatının bir film şeridi gibi geçtiği iddiasına benzer bir hızda geçmektedir. Dönem çok geniş olduğu için en önemli olaylar hızla ancak yeteri açıklama yapılamadan geçilmiştir. Bu da, okuru, döneme ait etraflı bir bilgiye sahip olmaması durumunda, okuduklarını anlama ve birleştirme konusunda yetersiz bırakmaktadır.

Kitap, Feroz Ahmad'ın akademik yaşamının değil, adeta ömrünün birikimini ustaca aktardığı bir eserdir. Sayfalar arasında atıfta bulunmaya ihtiyaç duymayacak kadar Türk Tarihi uzmanıdır. Bu konudaki yetkinliğinin tartışma götürmeyeceği açıktır. Tarihçiler, tarihle ilgilenen sosyal bilimciler ve tarihe ilgi duyan kesimler için -abartısız- bir baş yapıttır.


Ahmad'ın, yazının başında belirtildiği gibi, Türkiye'ye yerleştikten sonra çıkardığı ilk kitabıdır. Ardından çıkardığı kitaplar da, bu kitapta bölümlerde verilen dönemleri genişleterek yayıma hazırladığı kitaplardır. Yaşı hayli ilerlemiş olan yazarın daha uzun yıllar yaşamasını ve katkılarının devamını dilerim.




Birsen Şöhret, 18.03.2018, Sonsuz Ark, Konu Yazar, Sosyoloji Temrinleri, Makaleler




* İLGİLİ KİTAP: Ahmad, F. (2007), Bir kimlik Peşinde Türkiye, Sedat Cem Karadereli (Çev.), İkinci Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.


[1] Araştırmacının hayatı, kitap içerisinden alınmıştır.






Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı