27 Kasım 2017 Pazartesi

SA5230/KY1-CÇ442: İstilâ-i Cihan-Kara Öfke/Roman II-4

Zenci halkının istilası, Avrupa'yı alkana boyayacak; bir eşi daha görülmemiş kıyımın öncüsü olan bu ilk darbe böyle gerçekleşmişti.

İkinci Bölüm
TOPLANMA VE HAC GÖREVİNİ YERİNE GETİRME
-4-

Zervak’ın Fabrikasında- Çahner’in Bir Düşüncesi-  Menelik’in Başı – Habeşlilerin Görevi Suiistimali- Afrika’nın İntikamı- Parlamak Üzere Bulunan Berberi- Öldürücü Heyecan- Güç Tapıcı- Osmanlı Savaş Gemisinin Görevi- Torpillerin Konulması- Fransız Zırhlılarını Kurtarmak İçin- Göçmen Misyonerler- Vicdan’da Bir Tartışma- Bir Gece Görüşmesi

Kesin gün yaklaşıyordu. Zervak dokuz haftadan beri Mususuli sırtlarındaki yabani zeytin ormanlarından kesilen ağaçlarla sürekli gece ve gündüz yaktığı ateşi söndürüyordu.

Sultan, yapılan patlayıcı maddenin yeterli geleceğini Zervak ’tan öğrenmişti.

Özel zenci birlikleri de on beş günden bir görevini yerine getirmek için Kızıl Deniz sahiline gelmişti.

Yalnız Munza, iyi binici birkaç yüz atlıyla, Zevayi gölündeki meşhur Hristiyan tapınağına sığındığı söylenen Menlik’in izlenmesine gitmişti. 

Kardufan’dan getirdiği güzel bir ata binen Ebu Muhammed Ömer’le beraber yanında birkaç Tuareg olduğu halde Zervak’ın fabrikasına gitti.

Maluel ile Çahner de muhafızlar arasındaydılar. Bu iki subay, Nil sahilini terk ettikleri andan beri, Laquat yakınındaki arkadaşlarını düşünerek hep üzüntülü vakit geçiriyorlardı.

Gözlerinin önünde meydana gelen olayların vahametini anlamışlardı. Nil’den Kızıl Denize gelirken yolda sayısı belirsiz adamların yürüyüş halinde bulunduklarını görmüşlerdi. Bizzat görmemiş olsaydılar Afrika’nın bu yöresinde bu kadar adamın silah altına koşacaklarına bir türlü inanmayacaklardı.

Başlangıçta sandıkları gibi bu, bir isyan değil bir kurtuluş savaşıydı. 

Acaba ne olacaktı?

Bu coşkun sel, Asya’da durarak veya Avrupa merkez devletleri tarafından durdurularak Ren nehrine kadar ulaşamayacaklar mıydı?

Yahut, önüne çıkacak engelleri yıkarak Fransa’ya kadar gidecekler miydi? Bu görüşü şimdi eskisi gibi olasılıktan uzak görmüyorlardı.

Rusya, Almanya, Avusturya, Balkan devletleri gerçekten bunlara karşı milyonlarla asker çıkarabilirlerdi; fakat, siyah soyun saldırısı o kadar şiddetli o kadar cesur ve savaş yöntemi Avrupa’nın bildiğinden o kadar başka ki, saldırganların sergilediği dehşet bu nedenlerden ayrı güçlü morallerini bir çırpıda kıracaktı.

Bin İmame, Fransız ordusunu bütünüyle yok etmişti.

Şayet, Kurtuluş Ordusu Ren havzasına ulaşırsa!

O vakit, iki subay serbest bırakılacaklardı.

Ne kadar uzak olsa olursa olsun yalnız bu düşünce kendilerine umut veriyordu.

O zamandan beri çevrelerinde gelişen olaylara merak ve bir asker gözüyle bakıyorlardı.

Sultan, kendilerini serbest bırakarak, her şeyi, her kaynağı gözlerinin önüne koyduğu için, ileride bir fırsat ortaya çıkıp kurtulduklarında bu istilayı engelleyecek araçları oluşturmak üzere şimdiden bunları öğrenmek daha iyiydi.

Kendilerinden, yalnız kaçmamaları istenmişti.

Kim bilir, belki bu kısmi serbestlik kendilerine ileride yararlı olurdu. Örneğin biri Fransa Afrika ordusu komutanına, daha vakit varken, zencilerin göğüs göğse savaşa ve geceye pek fazla önem verdiklerini söylemiş olaydı, acaba bunların saldırısını açık arazide bekler miydi?

Hayır; ordugâhını, korunaklı bir mevzie kurar ve etrafına: korktukları tel örgüleri türünden çeşitli araçlarla düşmanı yakın mesafeden ateşle karşı karşıya bırakırdı.

Kuşatılmaktan korunmak için bir dağa dayanır veya uçurumlarla örterdi. 

Bu şekilde, ilk çarpışmadan İslam ordusu perişan olurdu.

Avrupa’ya döndükleri zaman iki subay bu noktalardan yararlanmaya karar vermişlerdi.

Gözlemeye devam ediyorlardı.

Daha önce, Şilluk’ların oklarına sürdükleri süt liken türünden zehrin kaynağı: Azzek yatağında çokça bulunan ve su kestanesi cinsinden terapa ağacı yaprağı olduğunu öğrenerek örneklerini bile toplamışlardı.

Fakat, en çok bunları uğraştıran şey, Zervak’ın müthiş buluşuydu.

Zenciler, tulumlardaki yıldırımdan söz ederken korkularından titriyorlardı, kazayla bu yıldırım bir kere patlayınca üç metre derinliğinde bir huni gibi oyuk oluşuyor.

Eğer bu patlayıcı maddeden, her yerde kolaylıkla üretilebiliyorsa, buna benzer patlayıcıyla ne kadar donanık olsa bile yine Avrupalılar için kötü sonuçlar doğurabilirdi.

İşte, Zervak’ın bu buluşuna ilişkin bir fikir edinmek üzere her yere gitmek konusunda sahip oldukları serbestlikten yararlanarak bugün de Sultanın maiyetine katılmışlardı.

Maluel, biraz çekinmişti, diğerlerinden çok tehlikeli olduğuna emin olduğu ve kendisine karşı zehirli bir yılan gibi gördüğü bu düşmanın karşısına çıkmayı arzu etmiyordu.

Fakat, Çahner O’nu kandırdı.

- Yüzbaşım, bir kere öğrenmiş olsak…

- Neyi?

- Bir kere öğrenebilsek… bu, dünden beri zihnimden çıkmayan bir düşüncedir.

- Bu fikir nedir?

- Galiba bu patlayıcı bir revolver kurşunuyla patlıyor. Fabrikaya gidince…

- Ey.. sonra?

- Sağa sola birkaç revolver atınca bütün patlayıcıları yok ederiz..

Maluel bir yanıt vermediği için teğmen sözüne devam etti:

- Biz de yok oluruz; fakat Sultan ve senin altın paşan, Zervak ve diğerleri parça parça olurlar..

- Hayır Çahner; bunu değil yapmak aklımıza bile getirmek bize yakışmaz.

- Niçin? Vicdanen, bundan dolayı pişman olacağımı mı sanıyorsun?

- Evet.. çünkü söz verdin! Bugün göreceğimiz şeylerden ileride yararlanırız; bu meşru olabilir. Her şeyi görmek için bizi serbest bırakıyorlar.. fakat, bu serbestlik ve hoşgörüden yararlanmak ile önerdiğini yapmak arasında büyük bir ayrım vardır ve namusumuz önerdiğini yapmayı reddeder.

- Öyle ama, havaya uçarak parça parça olduktan sonra namus falan kalır mı?

- Açık konuşalım Çahner; vicdanınızda bu şeytanca düşünceye karşı hiçbir itiraz sezmiyor musunuz?

- Evet ediyorum; uygun olmayacağını anlıyorum.. fakat..

- Dinleyiniz; bize hayatımızı bağışladığı zaman sultanın söylediği sözü anımsa; ‘Fransızların güvenilirliğinden, sözlerine sadakatinden emin olunabilir, yüksek ahlaklı kimselerdir!’ demişti.

- Doğru.. hakkınız var; yalnız bakmakla yetinelim. 

Sonra her ikisi de ata binerek Sultanın arkasından gitmişlerdi.

Çahner:

- Sultan, aklımıza gelen şeytanlığı bilmiş olsa sağlam bizi zincire vururdu.

Maluel gülerek:

- Bunda da yerden göğe kadar haklı olacaktı…

Necme, Hilaryun’la Halime’nin gözetimine bırakılmıştı.

Subay, bu konuda rahattı; zira, Manbututu Kralı Habeşistan’da olduğundan O’nu tarafından bir tehlike yoktu. Zervak da meşgul bulunduğu için ordugâhta görünmüyordu.

Bu küçük kıt ’anın izlediği yol, iki sıra kaya arasında yılankavi ve yaklaşık olarak bir kilometre genişliğinde bir geçitti.

Burada, biraz kazılmış olsa çıkıyordu, su; denizin yakın olmasına karşın ne acı ve ne de tuzlu olup tatlıydı.

İşte bundan dolayı, birkaç haftadan beri gerek içerden ve gerekse sahilden bir çok kabile buraya gelerek çadır kurmuşlardı.

Sultanın gelişini bildiren Altın Hilalini görünce binlerce yerli koşuşturlar.

Maluel, bu çeşitli soylara şaşkınlıkla bakıyor ve Doğu Afrika yerleşim yerleriyle ilgili bilgiye tam anlamıyla sahip Ömer kendisine bilgiler veriyordu.

Bunlardan en kalabalık olanı Kalabat’larla Beni Amr’lar olup Tigre çevresini kan ve ateş içinde bıraktıktan sonra gelmişlerdi. Bunlar: önce Şua’ya bağlı ve Katolik valisinin boyunduruğu altında ezilmekteyken Sultanın ilk davetine katılan Gallasi’lere bağlıydılar.

Bunlardan başka, misyonerlerin çalışmalarına önem vermeyen ve yolculukları sırasında sürekli Kur’an’dan birkaç sayfayı meşine sararak boyunlarında muska gibi taşıyan Dulluslar.. Harariler, Dânekalar vardı.

Fakat, Ömer özellikle: savaşçıları vücutlarını kırmızıya boyayan ve kadınları da yüzlerine dövme yaptıran  Berda’leri, sarı renkli, mağrur, cinslerinin soyluluğu ile tanınmış Tecus’leri, çiy et yedikleri için sürekli bağırsak solucanından acı çeken Yangarlar, Kafkalıları gösterdi. 

Nihayet ağır ağır yol alarak, fabrikayı yabancı gözlerden korumak için dikilen nöbetçi hatlarını geçip dar bir geçide girmek üzereyken uzaktan dört nal gelen üç atlı gördü. Bunlardan biri, kılıcını havada sallıyordu; Sultan, bunun, kral Munza’nın maiyetine verdiği seçkin askerlerden biri olduğunu yeşil sarığından, beyaz bornozundan anladı.

Diğer iki Darkur’lu atlı kendisini yakından izliyordu. Birkaç saniye sonra Sultanın huzuruna gelerek atlardan indiler.

Sonra, yeşil sarılı savaşçı, eyerine takılı torbadan bir paket çıkararak Ebu Muhammed’in önüne attı.
Maluel: sert ve sık siyah saçlı, kısa sakallı, beyaz gözlü bir baş gördü.

Sudanlı:

- Neccaşi Menelik’in başıdır. Bunu Kral Munza gönderdi.. dedi.

Sultanın gözlerinden bir sevinç ışığı fışkırdı. Bu hediyeyi daha iyi görmek için atı biraz geriletti.

Sultan, Menelik’ten yardım istemişti. Fakat, İngiltere’nin sömürge uydusu olan İtalya buna kalkışmaması için Neccaşiyi sıkıştırmıştı.

- Hz. Süleyman ile Saba Melikesi soyundan olduğunu iddia eden mecnun işte budur! Habeşistan’ı dünyanın en büyük bir ülkesi ve kendisine ‘Krallar Kralı’ ünvanını vererek amacıma muhalefet edecek kadar güçlü olduğunu sanıyordu… bakınız! Kraliçe ne oldu?

- Tutsak edildi; birkaç güne ordugâha gelecektir.

- O’nu görmek istemem.. Munza’ya söyle, kendisine hediye ettim. Ya asi komutanlar?

- Bir kısmı öldürüldü, bir kısmı kaçtı; bir kısmı da boyun eğdi.

- Raskubaba’nın ünlü süvarileri ne yaptılar?

- Tüfekle silahlı askerimize karşı dayanamadılar.

- Demek artık Habeşistan dünya haritasından silindi öyle mi?

- Hayır; soyluluk savında bulunan eşraf ile rahipler öldürüldü; halk İslam dinini kabul etti.

- Evet, Portekizliler engizisyon işkencesiyle Katolikliği burada yaymadan önce hal Müslümandı. Yine asıllarına geri dönmüş oldular. Bunlara bir yönetici atandı mı?

- Evet, Beni Amr Şeyhini Kral Munza bunlara yönetici atadı. Buyruğunuzu bekliyor.

- Pek uygun! Şimdi Munza nerede?

- Şimdiye kadar silahlı bir adamın giremediği Zevayi gölündeki manastırda birkaç gün kaldı.

- Bu manastırın şöhretini biliyorum. Musevi hurafelerine göre Tevrat levhalarıyla Hz. Süleyman’ın som altından tahtının olduğu manastır değil midir?

- Evet, bunlar bulunmadı; fakat birçok çeşitli hazineler bulduk. Kral da bunları size gönderecek.
- Munza’ya söyle çabuk dönsün.. zira vakit yaklaştı.

Mehdinin ordusu buraya yakın bir yere geldi. Yerliler, ordugâh tarafında uzaklaştıkları zaman, Ömer’le beraber geride kalan Maluel sordu:

- Demek Habeşistan da mahvoldu.

- Evet, Sudanlının sözlerini sen de duydun: eşraf ile ruhbanlar öldürülmüş. Buna şaşırma; Müslümanlar, zalimleri yok eder ve mazlumları kölelik zincirlerinden kurtarır: Afrika’nın hiçbir tarafında Habeşliler kadar bedbaht yoktu. burada halk iki kısma ayrılmıştı: Vatadarlar yahut Asker, Gabarlar yahut köleler.. Asker, bir şey almadıkları için açlıktan ölürler ve pek sefilane bir yaşam sürerler; köylüler daha fazla merhamet layık halde bulunuyorlar. Adeta, bir beygir gibi egemen eşrafın tutsağıdırlar. Borçlarını: para, beygir, bal, fil dişi, misk, kaplan derisi vererek öderler; bu şekilde ellerinde avuçlarında bir şey kalmaz.

- Ya eşraf?

- Bunlar, esrar düşkünü.. bu esrarkeşler günlerini gün ettikleri gibi, öldükten sonra da esrar istemek için kolları dışarıda gömdürüyorlar kendilerini.

- Sanırım Katolik mezhebi..

- Onlar tarafından kabul edilen Katolik mezhebi büsbütün adetlerini keskinleştiriyor. Her yıl yüz altmış yortu olduğu için, yalnız ağır iş görmeğe mahkum kadınlar hariç olmak üzere hepsi de dinlenirler. Bunlarda garip bir adet vardır ki o da: hemen Kudüs’e gidip hacı olmaktır. Bunu yerine getirmek için paraları olmadığından ötürü Cidde’ye giderler, müslüman olurlar, Suriye’ye kadar Müslümanların yardımıyla geçinirler.. Kudüs’te tekrar Hristiyan olurlar. Sonra, memleketlerine dönmek için tekrar din değiştirirler. Özetle pek zillet içinde insanlardır.

- İtalyan himayesi bunlarda hiçbir etki oluşturamadı mı?

- Hayır, Habeşistan’ın üç eyaleti vardır biliyorsun; doğuda Tigre eyaletinde Menelik oturur; merkezde Kucam ve güneydeki Şuav olup bunların reisleri krala vergi verirler; dolayısıyla İtalya’nın himayesi yalnız Tigre’yi kapsar. Bu himayeyi de layıkıyla yerine getirebilmek için sermayeyi soğuruyor diye onu yetiştiremiyordu. Bu nedenler Mütemehdiler tarafından işgal edilen kuzey yöresine atılan İtalyanlar, Kasaslan’ın geri alınması üzerine Hartum’a doğru İngiltere ile beraber bir yol açacaklarını sanmışlardı. 1896’da İngiltere’nin kışkırtmasıyla yapılan bu seferin vahim sonucunu bilirsin..
- Zavallı İtalyan’ın sömürge politikasında hiç şansı yok.

- Buna şaşırıyorsun değil mi? Önce Liv Raki olayıyla ortaya çıkan yanlış sömürge yöntemini izliyorlar ki, uygar olduklarını savlayan uluslar için iğrenç ve utanç vericidir; soygun, katliam bu topraklarda siz sömürgeciler tarafından hiç eksik edilmedi. Uygarlık öyle mi? bizim topraklarımızdaki değerli madenleri elde etmek için devletlerinizin uydurduğu süslü yalan. Sizleri avlamak, sizleri ölüme göndermek ve bu topraklar üzerindeki insanların da direnmesini kırmak için uydurdukları yalan.. zehirli elma. Size orada elmayı ısırtıp uyutuyorlar, burada size imrenen zavallıları uyutuyorlar. İtalyanlar, Afrika da kavimleri ezecekleri yerde kendi ziratlerini artırarak ekonomik durumlarını düzeltmiş olsalar daha iyi değil mi? Uygarlık bu olmaz mı? Azizim bu uzun bir tarihtir. Eğer Avrupa bizi ezmek ve kölelik altında yaşatmayı düşünmemiş olsaydı acaba biz bugün onu yok etmeyi aklımıza getirir miydik? Afrika’da halk kendi hallerinde, sakin ve huzur içinde, aza kanaat ederek yaşarken sizin göçmenleriniz bunlara ilk önce bir takım sözler öğrettiniz, eşitlik, özgürlük.. ve Afrika halkı sizin sözlerinizi yuttu. Sözlerinize inandı.

Heyhat nereden bileceklerdi ki! 1889’da Afrika kavimlerini, değersiz bir hayvan gibi paylaşmak için diplomatlar yeşil örtülü bir masa başında toplanıp bunun için hazırlık yaptıklarını? Misyonerlerinizin sömürge yollarını açmak için geldiğini çok geç ayrımsadı Afrika halkı. Avrupa devletleri bölüp aralarında paylaşmak için geldiler bu ayağı çıplak yerliler de ister istemez size direnmeyi seçti. Artık kucaklamak için açılacak bir tek kolu kalmadı. Açılan kollar Avrupalının gırtlağını sıkmak içindir. Bundan da çekinmiyor. Çekinmeyecek. Dün zayıftı, güçsüzdü bugün artık kendisini güçlü hissediyor. Avrupalı kendini çoban yerli halkımızı da boynuzlu bir hayvan görüyor. Şimdi boynuzlarını akılsız çobanlarına saplıyor; vay onların haline!

Maluel yanıt verecek bir söz bulamadı; zaten fabrikaya ulaşmışlardı.

Üç tarafı sivri kayalarla çevrili, peştamal giymiş yüzlerce zenci kayaların içi oyularak yapılan büyük fırınlarda çalışıyorlardı.

Her salgı yaklaşık üç yüz metre olan bir dut gibi etrafı toprak korunaklarla örtülen bir yere yarı yarıya patlayıcı ile dolu yirmi binden fazla tulum konulmuştu.

Eğer bunlar patlamış olsalar tüm çevre ne hale gelirdi? İki kilometre yarısında bir sahada kayalar yok olur, büyük bir çukur açılırdı!

Zervak işiyle meşgul olduğundan Maluel’e dikkat etmemişti; Sultanın önüne gelerek eğildi ve hali hazırda çalışmakta bulunan tek bir fırının yanına kadar beraberce gittiler.

Maluel ile Çahner birbirlerine göz işareti ettiler.. müthiş patlayıcının korunduğu istihkâmdan iki yüz metre uzaktaydılar; bu da bir revolverle işi bitirmek için yakın bir mesafe değildi. fakat..

Çahner’in görüşü:

-  Eğer yaklaşabilirsek! Ne feraset! Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez.. demek istiyordu.
Bu anda Maluel, teğmene hak veriyor ve elde edilecek büyük başarının karşısında sözün ve namusun geçerliliği olmayacağını düşünüyordu. Kim bili belki bu da yazgı kitabında yazılıdır!

Başını çevirdi..

Çahner anladı.

Revolverinin iç cebinde olduğu kesin bilgisiyle, ilgisiz bir tavırla istihkâma doğru gitti.

Fakat elli adım gider gitmez, elinde bir mızrak bulunan bir zenci nöbetçi önüne çıktı.

Kuşkusuz, Zervak böyle bir sabotajın veya kazanın gerçekleşmesini olasılık dışı tutmayarak önlem almıştı; zira, bir delikten ikinci bir nöbetçi daha çıkarak mızrağını tehdit edici bir şekilde kaldırmıştı.
Teğmen zihninden: hemen iki Arabın arasından fırlayarak her ne olursa olsun tulumların içine atılarak revolverle ateş etmek düşüncesi geçiyordu. 

Fakat bu da bir an sürmedi…

Geri dönerek arkadaşlarının yanına giderken Ömer’e rastlamıştı…

***

Nakliyat başlamıştı; bellerine kadar çıplak, başlarında bir hurma ağacı elyafından dokunmuş bir nevi külah giyen güçlü zencilerden oluşmuş uzun bir kol, tulumların bulundukları istihkâm gibi korunaklı yere giriyorlardı.

Orada, Zervak tarafından eğitilen adamlar, ağızları balçıkla iyice kapalı küpleri her birinin sırtına koyuyorlar ve bunlar da büyük bir özen ve dikkatle yavaş yavaş yürüyorlardı.

İstihkâmdan çıkınca sahile yakın patikayı izliyorlardı.

Kıyıya ulaşınca, önceden belirlenen noktalara, kendilerini göstermeksizin yüklerini bırakıyorlardı.

Taşıma hızla geceden önce son bulacaktı.

Ebu Muhammed bu taşıyıcılara bakarken, patikanın geçtiği kayalar arasında bir parlama odu.
Bu durumdan endişelenen Zervak bu yöne kulak verdi. 

Birkaç saniye sonra:

- Bir şey değil; yalnız bir küp patlamış; herhangi bir olayda tetikleme olmaması için taşıyıcılar birbirlerinden yüz metre aralıkla gitsinler.. zira, birisi ayağı kayıp düşerse tulum patlar.  

Ömer:

- Şimdi de öyle oldu galiba..

- Evet, yalnız bir tulum patladı, o kadar önemli değil.

- Ya taşıyıcı?

- Patlama noktasında bir parçasını bile bulmak zordur.. yok oldu gitti!

Çahner, yavaş sesle:

- Karşı karşıya kalacakları tehlikeyi görerek bu işi yerine getirecek hiçbir Avrupa askeri bulunacağını sanma.. ben bile bunu yapamam.

Maluel:

- Hatta ben bile.. bu adamların itaat ve sabır ve dayanıklılıklarına hayran oluyorum.

- Size bu zencilere yardım etmeniz rica olunsa..

- Büyük bir olgunlukla gider yardım ederim.. isterseniz size bunu kanıtlayayım!

Çahner de yüzbaşının yüzüne baktı.

- Hayır, eğer senin tulum patlarsa.. olamaz..

- Azizim insan yazgısına boyun eğmeli.. insanlar, ipleri yazgıyla devindirilen bir takım kuklalardır.

- Vay canına! Anlıyorum: birkaç zamandan beri sende yazgı tapınçlığı düşüncesi pek gelişti. Bana gelinde, eğer yazgı, hakkımda kötü olacak ipi çekerse karşı koyarım..

- Boşuna yorgunluk, azizim!

- Nasıl? Boşuna yorgunluk mu? Ya ben, yazgının beni karşı karşıya bırakacağı tersini yaparsam!

- Yanılıyorsunuz.. siz yazgının sizi neye karşı karşıya bırakacağını bilemezsiniz ki tersiniz yapmağa kalkışasınız!

- Yüzbaşım, siz bu şekilde düşünürseniz elbette ben de bir yanıt veremem. Ne ise, bakalım bu zavallılar böyle tehlikeli bir iş karşılığında ne gibi bir ödüle ulaşacaklar. Onu öğrenmek isterdim.
Bu konuşmayı gülerek izleyen Ömer yanıt verdi:

- Hiç.. diğerleri gibi kuru balık, mısır ekmeği tayinlerini alırlar.. başka bir şey yok..

Maluel:

- Yazgıcılık ve taassup, ne karşı konulmaz bir güçtür. Bizim Avrupa züppeleri bu güçlere karşı ne yapabilirler?

Ömer:

- Hiçbir şey.. emin ol, hiçbir şey!

Çahner:

- Bunların ikisine de karşılık bir güç biliyorum.

- Nedir?

- Vatanperverlik!

Maluel sükût etti.

***

Altı gece sonra, patlayıcı maddeler istenildiği yerlerinde bulunuyorlardı. Bir kısmı Tacver Koyunun korunaklı girintisine taşınmıştı.

İşte, sahil boyunca devriye yapmak bahanesiyle dolaşan Osmanlı Deniz Kuvvetlerine ati sandalları birbirini izleyen iki gece gelip bunları buradan aldılar. Hamidiye ve Mecidiye Kruvazörleri bu müthiş küpleri bordalarına yığdılar.

Aynı zamanda, Dânakıl dalgıçlarından bir bölümü de bu iki gemiye girdiler.. İngiliz amirali, Osmanlı amiralinden şüphelenmiyor ve bu sandalların dolaşmalarını korunma amaçlı görüyordu.

İş, uygun zamanın belirlenmesine kalmıştı.

Deniz subaylarından Hüseyin ile Nubar bir kere daha Sultanın çadırına gelerek görüştüler ve görüşmede uygun zamanın belirlenmesini Amirale bıraktılar. 

Gerçekten, en uygun geceyi herkesten çok O belirleyebilirdi; zira, bir olay ortaya çıkamadan bir çok günler tehlikesiz geçtiği için donanma yavaş yavaş gece önlemlerinde bir az gevşeklik gösteriyordu. Bu nedenle, gemilerin tel ağlarıyla korunması olduğu bir gece kolaylıkla işaret verebilirdi.

Bundan başka, İslam ordusunun asıl kuvvetlerinin Süveyş yoluyla geçeceği haberi Avrupa’da yayılmıştı; büyük kıta Essuyuta ulaşmıştı.

Aynı şekilde aysız bir gece seçmek ve sabaha karşı iş görmek gerekti; çünkü zırhlılar enerjiyi ekonomik kullanmak için elektrik fenerlerini sabaha karşı söndürüyorlardı. Birkaç günden beri projektörlerden yalnız iki tanesini yakarak Rahta’nın güneyindeki sahil bölümünü bir noktasını aydınlatıyorlardı. Bu noktada birkaç gün önce Sultan kasıtlı olarak bir gösteri düzenlemişti.

Özellikle, sahilden on bir kilometre uzakta duran savaş gemileri için endişe etmeye ne gerek vardı?

Bir üçüncü durum da, seçilecek gece, devriye sırası Osmanlı sandallarında olmasıydı. Devriye görevi, dörder gün sıra ile müttefik güçleri devriye görevine çıkıyorlardı. Dolayısıyla her gece karada hazır bulunulması ve Osmanlı sandallarını devriyesi anında yakılacak yeşil bir fener, Sultana ertesi gece için işe başlanacağını bildireceği kararlaştırıldı.

Saldırı aynı zamanda, hem karadan ve hem de Osmanlı savaş gemileri tarafından gerçekleştirilecekti.
Osmanlı savaş gemileri, birkaç günden beri geçerli bir nedeni bahane ederek donanmanın oluşturduğu üç hattın kuzeyinde İtalya ve Fransa gemilerinin sağında konumlanmışlardı.

Osmanlı Amirali bu gemilere saldırmakla yükümlüydü.

Dânakıllar, sahilden hareket edere hattın İngiliz gemilerinden oluşmuş diğer bölümüne torpillerle saldıracaklardı. Zervak dalgıçlardan her biri kendi hedef ve yönünü iyice tanıması için gerekli önlemleri almıştı.

Karşısında İngiliz donanmasının bulunması hırsının şiddetini on kat daha arttırmıştı; zira, intikamının ilk bölümü gerçekleşecekti.

Emri altın altı yüz dalgıç bulunuyordu.

Bunlara birçok geceler, göze görünmeyecek şekilde torpillerle beraber yüzme eğitimi vermiş olduğundan artık, kendilerini göstermeksizin gemilerin yakınına kadar ulaşıyorlardı. Hatta bir gece, sahilde Ömer’le beraber bulunan Maluel bunların gürültüsüzce yüzmeleri karşısında endişe ve şaşkınlıkla karşı karşıya kalmıştı.

Prensin önünde, yüz kadarı aynı zamanda denize girmişler ve birkaç dakika sonra fark edilmesi olanaksız bir hale gelmişlerdi.

Maluel sordu:

- Taşıdıkları torpillerin izlerini göremiyorum..

Ömer:

- Göremezsin.. dalgıcın önünde ileri sürdüğü küp su içinde dengede duracak şekilde dolu olduğu gibi ağzı da sımsıkı kapalı olup kayığının baş tarafına asıldır. Dalgıç bunu takılı olduğu yerden çıkarır ve yanaştığı geminin omurgasına monte eder.

- Bunu oraya nasıl sabitliyor?

- Bundan kolay bir şey olamaz: küpün boğazında ‘Tuciyiya’ denilen ve Somali ormanlarında bulunan bir çam ağacından çıkarılan bir tür yapışkan madde vardır. Bu madde suda erimez. Yerliler, Naruk gölünde bununla balık tutarlar. Dolayısıyla bu küpü olabildiğince suyun altından geminin omurgasına yapıştırmaya yeter.

- Bu torpillerden bir geminin etrafına çokça mı yerleştirmeyi düşünüyorsun?

- Olabildiğince fazla.. Asasal gölünde yaptığımız denemede on metre aralıkla konulan iki torpilden birinin diğerini derhal patlattığını gördük. Bu nedenle biz de bu şekilde koyacağız.

- Bunların hepsinin büyük bir özenle incelendiğini anlıyorum. Zervak size büyük bir hizmet ediyor. Bu buluş Avrupada bile takdir edilir.

- Avrupalılar bunun üretimini düşünmezler.. fakat, bu İngilizlerin bize önemli bir hizmet gördüğünü de inkâr etmem.

Son derece şaşkınlıkta kalan Maluel:

- İngiliz mi? Zervak İngiliz mi? diye sordu.

- Evet, İngiliz’dir! Mademki ağzımdan bir kere kaçırdım inkâra kalkışmaya gerek yok. Londralı bir İngiliz’dir.

Bunun üzerine genç prens sınıf arkadaşına Zervak’a ait ne biliyorsa anlattı.

- Tam bir haydut.. anlattığın şey kuşkularımı kesinledi; fakat, bize karşı ilan ettiğiniz savaşta ihanet yoluyla elde ettiğiniz kendi silahlarımızı kullanıyorsunuz! Balon.. patlayıcı madde.. tuhaf yöntemler..

- Tuhaf yöntemler! Vay! Bunu nereden çıkarıyorsun? Ordularımızın hareketini gözünle görmedin mi? bir her şeyi kendi gücümüzle elde etmek istiyoruz.

- Avrupa orduları da sıra dışı bir uğraşla karşılık verecekleri için eşi görülmemiş bir savaş olacak.
- Bu savaşta bizim bir esas başarımız var..

- Nedir?

- Bizimkilerin sergileyecekleri dehşet.. çünkü, askerlerinize hiçbir şekilde merhamet beklenmemelidir… biz ne tutsak alacağız ve ne de aman vereceğiz.. bu durumu görünce doğal cesaretlerinin bir çoğunu kaybedeceklerdir.

- Tersi bir durum yaşamayın da.. askerlerimiz Tunkon’da pek büyük bir vahşet ve işkence göreceklerini bildikleri için şiddet ve cesaretleri daha bir keskinleşmişti.

- Fakat zavallı dostum, Çinliler Tubi, Şilluk Uraka’ların bazı kabilelerine benzerler.. bunları iş başında gördüğün zaman, şimdi söylemeye, dehşet ve korkudan sırtın terleyecektir. Örneğin Uraka’ların tutsaklara karşı nasıl davrandıklarını biliyor musun?

- Hayır!

- Öyle ise dinle! Bunlar önce nezaketle iş başlarlar; tırnakları koparırlar, burun ve kulakları keserler, başın derisini yüzerler.. sonra, zavallının bedeninde uzun yaralar açarlar… bu yaralara tuz koylar.. tutsak son cezaya bu şekilde hazırlanır.. bunu boğazına kadar su dolu bir tunç kazana sokarlar, doğallıkla bir tavuk gibi bağlanır ve kımıldayamaz.. azap ve işkenceyi arttırmak ve korkutmak sanatında usta bir cellat, bu kazanın altında bir ateş yakar ve yavaş yavaş suyu kaynatır.. tutsak, oldukça yavaş ateş üzerinde pişer.. daha buna benzer diğerleri de vardır!

- Bunların hepsi de pek müthiş ve korkunç şeyler.. cenabı hak insanları yarattığı zaman böyle bir zulme izin vermesi olası değil.. Ömer, sen bunlar engellemeyecek misin?

- Hayır.. kıyametiniz yaklaştı.. yok olacaksınız.. yaptıklarınızın karşılığı yerini bulmalıdır.

- Ömer, bu donanmada iki Fransız gemisi olduğunu söylemiştin değil mi?

- Evet, daha fazla olmadığına memnun oldum.. fakat ilerisine gitme.. benden yerine getiremeyeceğim bir istekte bulunacağını anlıyorum.

- Ömer!

- Bunların felaketten korunmasını, yani işten haberdar edilmesini isteyeceksin değil mi? iyi bil ki bu kesinlikle olanaksızdır..

- Ömer eski anılarına saygın yok mu?

- Azizim, ne çare ki ben babamın ve babam da cenabı hakkın bir aracı, bir taşıtıdır..

Maluel sustu.

- Deminden söylediğim sözü sana yineleyeceğim. Bizim de sıramız geldi; Avrupa büyük devletleri ve bunlarla beraber Fransa, işgal ettikleri topraklarımızdaki kavimler için söyledikleri vahşiler şarkısını çok fazla söylediler.. kulaklarımız artık doldu.. kafamız şişti.. kendilerini yüce varlıklar sanan ve kendilerini uygar gören Avrupa uluslarının oynadıkları korkunç mizahın son bulması gerekir. 
Dinle Maluel, memleketlerinde pek yoksul olan İtalyanlar, şehvet düşkünü Almanlar, her yıl çalışmak için yüz binlercesi Amerika’ya, Kanada’ya, Brezilya’ya gidiyorlar, bu normal insanca bir şeydir. Fakat, aynı devletler Afrika’yı bir pasta gibi bölerek halkı uygarlık yalanıyla soyuyorlar, öldürüyorlar.. sürüyorlar, köle edip ülkelerindeki tarlalarda at gibi, öküz gibi çalıştırıyorlar!

- Oh! Öldürmek, soymak, sürmek!

- İnkâr etme.. Almanların Kamerun’daki yaptıklarını anımsa.. olay o kadar korkunçtu ki İmparator 2. Wilhelm dahi bunu kaldıramadı da bu sömürge valisini mahkemeye verdi; sen de benim gibi anımsarsın: bir vali zencilere korkunç işkenceler ediyor, organlarını kesiyor, yavaş ateşte zavallıları yakıyordu. Subaylar tutuklunun üzerinde atış eğitimi yapıyorlardı. Ya, Uganda’da İngilizler! Zampez’de Portekizler?

- Herhalde Fransızların davranışlarının farklı olduğunu inkâr etmeyeceksin ya! Biraza, bir tek kurşun atmaksızın Kongo’yu ele geçirdi; Bingaz, Montei, Teriviye, Dekâir, hemen hemen korumasız denilecek bir şekilde keşiflerde bulundular, anlaşmalar yaptılar..

- Kabul ediyorum ki Fransızlar daima..

Maluel Ömer’in sözünü kesti:

- Ya misyonerlerimiz..

- Bunları ayıralım.. Katolik misyonerleri hiçbir ilgileri olmadıkları halde Afrika’ya geliyorlar.. bunlar da başka türlü bir bela kesiliyorlar.. neredeyse Afrika’daki bütün kavimlerin müslüman olmasına karşın bu rahipler ne kazanabilirler? Örneğin bir Çinli bir gün Konfüçyüs mezhebini anlatmaya ve sizi bu dini kabul etmeniz için tehdit etmeye kalksa Fransa’da ne yapardınız?

Gülmekten kendini alamayan Maluel:

- Onu Berjer’de sergilerlerdi.. dedi..

- Bu misyonerleri bir tarafa bırakalım.. bir elinde İncil, diğer elinde afyon torbası olarak aynı zamanda hem Tanrı’nın ve hem de İngiltere’nin buyruklarını gerçekleştirmek için acele eden Anglikan vaizlerine ne diyeceksin? Görüyorsun ya! her kavim: cenabı hakkın kendisine verdiği yerde kalmıyor ve kendi hallerinde yaşayan, kimseye zararı dokunmayan kavimlerin ülkelerini işgale uğraşıyor.

- Kimseye zararı dokunmayan mı? Behanz’in her yıl ‘âdetim’ diye gerçekleştirdiği katliamlarla uğradığı cezayı hak etmedi mi?

- Behanz’in bir putperestti. Eğer Fransızlar Dahumi’lerin bu vahşi geleneklerine engel olma bahanesiyle gelmeselerdi Müslümanlar zaten halledeceklerdi. Neyse şimdi yine asıl konumuza gelelim.. Şurada bulunan bütün savaş gemileri tutsaktır. Hiç biri ayrımlı olamaz. üstelik zaman da kalmadı.. hepsi de denizin derinliklerine gömülecekler.. 

Ordugâha dönerek birbirlerinden ayrılmak üzereyken Maluel sordu:

- Yakında mı olacak?

- Evet.. fakat günü bilemem.. ancak uyarmak isterim, babam sözünüze güvenerek sizi serbest bıraktı.. eğer, delice bir şeye kalkışacak olursan seni kurtaramam! Gözlerinde uğursuz şeyler okuyorum.. babam böyle bir düşüncede olduğunu sezerse sonunu düşün! Sonra.. elimden bir şey gelmez!

- Gözlerimde ne okuyorsun?

- Fransız savaş gemilerini olaydan nasıl haberdar edeceğini düşünüyorsun.. beni dinle, buna cesaret edeyim deme.. zira sahil bütünüyle gözetim altındadır.. hakkında oluşacak en küçük bir kuşku senin ve arkadaşının gereği yok edilmenizdir.. senin sözüne güvenim tam! Bu güvenimi kanıtlamak için de bu iki Fransız gemisinin yerlerini göstereceğim: bunlar, kuzeyden başlayan birinci hattın beşinci altıncı numaralarını işgal ediyorlar.

Maluel hiçbir yanıt vermedi. Prens, bütün duyumsadıklarını ve kurduklarını okumuştu.

Fakat şimdi Çahner’in girişimine engel olduğu için büyük bir haksızlık yaptığını düşünüyordu.

Gerçekten bu anlaşmayı bozar ve yakalarına şerefsizlik yaftası asardı. Ancak ne büyük bir sonuç elde edilecekti!

İstila-i Cihan ordusu komutanı, savaş kurmayı, Zervak.. hepsi havaya uçacaktı!

Bu her gün daha müthiş bir biçimde düşünü kurduğu şey tamamen her şeyi kurtaracaktı.

Sultan bir kere mahvolduktan sonra; Onun düşünü gerçekleştirecek bir adamın bir daha nerede bulunacaktı?

Düşünüyordu.. tarihte bu kahramanlara ne kadar örnek vardı? 

Gemisiyle birlikte kendisini de yok eden Bison; 1870’de Laun kalesindeki barut deposunu ateşe veren Haneryu ve bunlar gibi tarih kitaplarında tam bir saygıyla anılan diğer kahramanlardan olmaz mıydı?

Fakat artık iş işten geçmişti.

Şimdi, küpler sahile getirilerek dalgıçlarının gözleri önünde duruyorlardı. Artık, bir tam bir güven içinde demir atmış olarak duran donanma yok olmaya mahkûmdu.

***

Maluel korkunç bir gece geçirdi. Gözleri açık olduğu halde denizin enkazla örtüldüğünü ve bunların arasında cansız Fransız er ve subaylarını görüyordu.

Sonra, hayallerini, kâbuslar izledi. Yanık parçalarda, suyun üstünde ayağa kalkıyorlar övgüyle karışık bakışlarını kendisine dikiyorlar, solmuş dudaklarının aralarından:

- Eğer sen isteseydin.. yaşamımız, namusunu feda etmeye değmez miydi? Sözleri dökülüyordu.
Şafaktan önce kan ter içinde uyandı. Ömer’in dünkü sözlerini yineliyordu.

- Fransız gemileri, kuzeyden itibaren birinci sıranın beşinci ve altıncı gemileridir.

Ordugâhtan çıkara denize doğru gitti.

Çahner’le beraber bir çok kere yüksek yarın üstünden gemilerini izliyorlardı.

Şimdi Maluel bunların yerlerini biliyordu. Adımlarını yine hızlandırdı.

Evet, acı ve sıkıntı arasında bunları, diğer gemilerden ayırmakla büyük bir mutluluk duyumsayacaktı.
Acaba Ömer niçin bu ayrıntıyı vermişti?

Bu mutluluğu yaratmak için değil mi?

Maluel’in zihni pek karışıktı. Birden bire durdu: beynine bir düşünce saplanarak, bir ağaca batan ok gibi çekiniyordu.

Acaba, Fransız gemilerine haber vermek, onları kurtarmak olası olamaz mıydı?

Niçin olmasın?

Fakat, nasıl kurtarmalı?

En zor soruyu kendine sorarken, ulaşmak üzere olduğu yerde beyaz bir gölge gördü.
Durdu; fakat tanınmıştı… bir boğuk ses:

- Yüzbaşım! dedi.

Çahner oraya daha önce gelmişti. O da aynı düşünceyi izliyordu. Evet, artık kuşkuya, çekinceye yer yoktu.

Çahner:

- Artık tam zamanıdır.. zira gördüğüm imlere göre yarın gece iş bitecek. Zaten Ömer, dün gece
“Her şey yolunda!” dememiş miydi?

- O halde önümüzde yirmi dört saatlik bir vakit var..

- İşin en zor yönü, gemilere ulaşmaktır.

- İlk olarak bizim gemilerden birine gidebilmemiz gerek..

- Bunları nasıl ayırmalı?

- Ben bunları biliyorum.. Ömer dün söyledi. Sağdan itibaren beşinci ve altıncı gemiler.

Saydılar.. sonra, sustular.

Çahner, kollarını çapraz kavuşturarak:

- Madem gemilerimizi sana gösterdi.. bu! bize oraya gidin, demek değil midir? dedi.

Her ikisi de kesin karar vermişlerdi.

İş, araç bulmaya kalıyordu.

Çahner:

- Ben bir taşıt buldum…

Diyerek, kayaya dayalı Haddeli dağının mantar meşe ağacı kabuğunu gösterdi.

- Bunu dün akşam yarların altında gezerken buldum.. sahibi olan bir başkasını bulur… bununla oraya kadar gideceğimden eminim, sözlerini söyledi.

- Hayır, ben gideceğim..

- Yüzbaşım, yüzerek dört beş kilometrelik bir uzaklığı kat edebilir misiniz?

- Bir tahta ile..

- Alt üst olur.. sizi orada bırakır.. deneyecek zamanımız olmadı.. ben ise, bu dönmüş olsa bile bırakır yüzerek gemilere kadar gidebilirim.

- Ben de ters-yüz olan tahtaya sarılarak yine giderim.

- O kadar kolay değil.. künye defterinizi gördüm.. (biraz yüzme biliyor) yazılı.. fakat, bu yeterli değildir.

- Amma meraklıymışsın!

- Kur’a bana isabet etti.. giderim, bir ip veya zincir bulur gemiye çıkarım…

- Ya bir nöbetçi ateş ederse?

- Dilim cebimde değil ya! Fransız diye bağırırım.

- Sayalım ki çıktınız, sonra?

- Sonra, beni komutanın yanına götürmelerini söylerim.. fakat bu işte çekincem var: bildiklerimin hepsini komutana söylemem gerekir mi?

Maluel düşünüyordu.

İş önemli ve zordu.

Her şeyi söylemek bir ihanet, gördüklerini iyiliğe karşılık bir kötülüktü.

- Hayır, her şeyi söylemek uygun değildir.. yalnız komutana, tel ağlarını koymasını, diğer Fransız gemi komutanına bilgi vermesini, kendilerini iyice korumaları için gereken önlemleri almasını söylersin.

- Fakat komutan sadece Fransızlara değil, diğerlerine de haber verir. Birbirlerine son derece bağlantılıdırlar. Başka türlü hareket edemez.

- Bu da Sultan için pek sakıncalıdır. Ne çare! Çekinceye yer yok! Görev her şeyin üstündedir.

Gözleri, kedi gözü gibi karanlıkta gören Çahner:

- Dikkat et! Çevremizde adamlar var.. bereket versin ki Fransızca konuştuk, dedi.

Gerçekten, birkaç adım ötede iki siyah gölgenin kımıldadığını gördüler.

Maluel:

- Haydi gidelim, işi çadırda kararlaştırırız…

- Arık buraya geri dönmeyelim.. özellikle Fransız gemileri pek solumuzda kaldı.. ben gündüzün uygun bir yer aramak için dolaşırım..

Bunun üzerine, bulundukları yerden inmek üzerelerken Çahner:

- Az kaldı, tahtayı unutacaktık.. eğer bunu bırakırsam başkasını bulmam mümkün olmaz.. o zaman..

- Pek doğru..

- Bunu başka bir yere saklayacağım.. yarın altında büyün bir İnnab ağacı var, götürür oraya bırakırım..

Hafif tahtayı arkasına aldı.. her ikisi de sessizce vadiyi indiler.

Fakat arkalarından iki siyah gölge bunları izledi. Çahner bu kere, yılan gibi sürünen bu iki Arabı görememişti. 




<< Önceki                   Sonraki>>




Cemal Çalık, 27.11.2017,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, İstilâ-i Cihan-Kara Öfke, Roman
İstilâ-i Cihan-Kara Öfke

Cemal Çalık Yazıları








Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.



                                                                                                                                                                                                 


                                                                                                                                               

Seçkin Deniz Twitter Akışı