16 Ekim 2017 Pazartesi

SA5019/KY66-SY2: Doktor Değil, Profesör Doktor!...

"İlk yıllarında neredeyse hiçbir bariz belirti göstermeyen AIDS (HIV) virüsü gibi bir bulaşıcı algıdan, davranış hastalığından ve kronikleşmiş akademik bir semptomdan bahsediyoruz ki bu semptom bütün bir akademik yapıyı, birimlerini ve fonksiyonlarını felce uğratacak kadar gizli ve sessiz ilerlemekte."

 

Kampüslerin duvarları yetmedi, ideolojik tel örgüler kapatamadı, üstüne bir de enaniyet beslediler, kibir büyüttüler, benlik doldurdular.. ve  kendi milletinden, ülkesinden ve insanlıktan uzak ama çok uzakta, evrensel bilim ve etikten bihaber çoğalıp durdular…

Yıl 1999. Lise yıllarımdan bir gün.  Bir şehrin, bir toplumun sinir uçlarının birleştiği, kaynaşıp harman olduğu mekanı, yani o şehrin üniversitesini keşfe çıkmıştım, büyük bir merak, heyecan ve sorular ile. Öncelikle kale gibi itici kalın duvarlar karşıladı,“ Hayırdır, Ne işin var burda?”, der gibi. 

Şaşırdım, çekindim, ve ürktüm biraz, ama geçtim o duvar bloklarını. Ardından yüzlerde, bakışlarda, ellerde ve dillerde ve hatta kılık kıyafetlerde ideoloji örümceğinin senelerdir ördüğü tel örgülerle karşılaştım, Ortadoğunun yazılmış kaderi gibi. 

Daha sonraki yıllarda bu tel örgülerin gençlerimizi, genç dimağlarımızı nasıl sarıp birbirine düşürdüğüne, ağına hapsettiğine tanık olacaktım. Adım adım ilerlerken, sanat ve mimari anlayışından yoksun, düpedüz bir bina idi önümde duran. Merakım, heyecanım, bir sınıfa kadar götürdü beni, girdim içeri ve...

Akademik arenada kullanılan yardımcı doçentlik, doçentlik ve profesör unvanları birer kadro isimleri olup ya üniversiteler arası bir kurul aracılığı ile sınav yapılarak verilir (doçentlik) ya da üniversite kurulu tarafından takdim edilir (profesörlük). Bütün bu unvanlar kendi getiri ve götürüleri ile beraber birer pozisyon olup, her yerde ve her zaman kalıcı ve geçerli değillerdir. Bununla birlikte, akademik bir özgecmişte bir akademisyen için en değerli, en anlamlı, vazgeçilmez, silinmez, değişmez olan unvan ya da derece ise Doktora`dır, doktora derecesidir. 

Bir akademisyenin ilgilendiği alanda, kalifiye ve uzman olduğunu gösteren, akademik bir danışman kurul gözetiminde ve desteğinde alın teri ile başarılan, elde edilen bir derecedir. Bu dereceyi, unvanı bir akademisyen ömrü boyunca haklı ve gururlu olarak taşır ve hiç kimse, hiç bir kurul ve hiç bir kurum değiştiremez, silemez, geçersiz kılamaz (aksi bir durum olmadığı sürece).

Ülkemizde bu unvanların kullanımı ise gayet hastalıklı bir kültüre dönüşmüştür çok uzun yıllardan beri. Hatta bu hastalık maalesef bulaşıcı bir özellik taşımakta ve çok hızlı ve etkin bir şekilde de yayılmaya devam etmektedir. Örneğin, "Ben prof um sen kimsin, ben prof um yani senden daha çok biliyorum, yani senden daha üstünüm.." gibi sözleri, sunumların başlangıç slaytına dev puntolarla Prof. Dr …..yazıp, esas konu adının slaytın en altına, neredeyse görünmeyecek, okunmayacak bir büyüklükte yazılması gibi birçoğuna şahit olmuşuzdur.

Nedenleri arasında onlarca madde sıralanabilir, ancak genel olarak bu bulaşıcı hastalığın sebebinin bir türlü üniversal olamadığı için küçük birer derebeycik kalesine dönüşen sinir uçlarımızın (üniversitelerimizin) evrensel etik ve kaidelere kapalı ve bihaber olması ve ben merkezciliğin doğurduğu ruhsal, içgüdüsel, sosyal ve hatta ekonomik tatmin diyebiliriz.

Bilimin mutfağı, yuvası, bilgi havuzuna her gün yeni bir bilginin aktarıldığı Amerika`da, akademik unvanların kullanılmasına ilişkin yaygın ve baskın olan davranış kültürü ve etiksel değere baktığımızda ise, sadece doktora unvanının kullanıldığını görmekteyiz. 

Amerika`da, yaptığı çalışmalarla uluslararası bilim arenasında çalıştığı alanda öncü olarak kabul edilmiş akademisyenlerin dahi sade, yalın ve küçük puntolarla isimlerinin yanında doktora unvanını kullandıklarına ve kendilerine hitap edildiğine ve ayrıca hitap ettiklerine tanık olabilirsiniz. 

Biraz daha ileri gidecek olursak, kendilerine hitap ettiğinizde doktor unvanını dahi kullanıp kullanmamanızı önemsemeyecek kadar mütevazi bir davranış ve anlayış kültürüne de şahit olabilirsiniz. Bizden birini, Amerika`dan örnek verecek olursak, Nobel ödüllü hocamız, sayın Dr Aziz Sancar'ı mesela. Kendisi ile bir araya geldiğimiz her daim, okuyan, öğrenen, çalışan, düşünen ve idrak eden bir bilim insanının sahip olabileceğinin de ötesinde göstermiş olduğu mütevazilik karşısında erimemek imkansız.

Akademik atmosferimizde onca hortum ve kasırga yaşanırken, felakete sürükleyecek problemler, genetik sendromlar halen daha varlığını korurken, bu konunun kulağa önemsiz geldiğini ya da “Ne var ki bunda?!” diye düşünebilirsiniz. Fakat, ilk yıllarında neredeyse hiçbir bariz belirti göstermeyen AIDS (HIV) virüsü gibi bir bulaşıcı algıdan, davranış hastalığından ve kronikleşmiş akademik bir semptomdan bahsediyoruz ki bu semptom bütün bir akademik yapıyı, birimlerini ve fonksiyonlarını felce uğratacak kadar gizli ve sessiz ilerlemekte. 

Milli kimliğini ve evrensel bilim etiğini  kazanamamış, hangi inanç, kültür ve etnisiteden olursa olsun millet ve devletine ve dahi insanlığa karşı sorumluluk bilincinden mahrum, fikirleri, tezleri, çözümleri, projeleri ve yayınları ile ön plana çıkmak yerine akademik unvanı bir kalkan ve itaat ettirme, bir enaniyet, kibir, reklam ve şov amaçlı ve egosunu tatmin için kullanan bir akademik profili hayal edin.. Ve bu akademisyen profilinin sayısının giderek arttığını…

Milletimiz asaleten okuyan ve okutan her bireye karşı, her zaman saygı ve hürmet göstermiş, değer vermiş, baş üstünde tutmuş ve karşılığında ise hiçbir şey beklemeksizin inanç ve güven duymuştur. Böyle aziz ve vakur bir milletin evlatlarına karşılık ise, egosuna mahkum olmuş, üniversitelerimizin yönetim biçimi ve yapısının eksikliklerinden, zaaflarından istifade etmiş Profesör Doktorlar, Doçentler ……sorumluluk, bilinç ve özveri gerektiren bu akademik unvanları yıllar boyunca bu milletin evlatlarına bir hakaret etme aracı, küçük görme sebebi ve kendini halkından daha da üstün görme sanatına çevirmiştir. Bu değerlendirmelerimden kesinlikle kimlikleri ve ruhları bu hastalığa bulaşmamış ama sayıları nadir olan değerli hocalarımı ve akademisyenleri tenzih ederim. 

Bilimsellikten, bilgiden ve bilmekten daha çok “Ben, Ben, Ben!”  kokan bu yaygın hastalık yıllarca süregeldiğinden dolayı toplumumuzun algısına dahi sirayet etmiş durumda. Toplumumuz genel olarak bir prof`u  doçente tercih etmekte, alt kademe unvanlı akademisyenlere ise güven ve ilgi duymakta sorgulayıcı davranmaktadır.

Bir akademisyen enaniyetten, mütevazilikten, ego, bireysel gelişim ve olgunlaşma gibi kavramlardan uzak kalmış olabilir. Ancak, mesleğinin evrensel normlarından, etik anlayışından uzak durması, mesleğinin kendisine kazandırabileceği vasıflardan nasibini alamayarak sorgulamamış, akıl edememiş ve düşünememiş olması, hem o akademisyen, hem bu akademisyene emanet edilen öğrenciler ve hem de bu akademisyenin bir parçası olduğu üniversal eğitim ve öğretim yapısının akibeti açısından önem arzetmektedir. Daha da kötüsü, sahip olunan unvanı bir ego tatmin aracı haline getiren yozlaşmış bir anlayışa, "Dur!" diyecek, yeni nesil akademisyenlerin kanına ve ruhuna evrensel bilim etik ve normlarını aşılayacak duruş ve hareketlerin olmaması, sonu ölümle biten bir kansere dönüşmesini sağlayacaktır.

Son olarak, hepimizin de tanıdığı bilim adamı, Einstein`in da dediği gibi; “Ne kadar çok bilgi o kadar düşük ego, ne kadar az bilgi o kadar yüksek ego”. Buradaki bilgiyi, tabi ki salt bir bilgi olarak görmekten daha çok; okumak, çalışmak, öğrenmek, öğrendikçe düşünmek, düşündükçe sorgulamak ve sorguladıkça da idrak etmek, tanımlamak olarak ifade edebiliriz.



Seyit Yüzüak, 16.10.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Bilim, Organik Moleküller; Evrenin Sosyolojisi

Seyit Yüzüak Yazıları


Facebook: seyit.yuzuak.5
                                                                                               

Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı