23 Haziran 2017 Cuma

SA4497/KY57-AHCZD19: İslâm'ın Kavramları; İman, İslam, İhsan

"Mü’min için ideal olan ve arzulanan hayat, dinin inanç ve amelî yönünü kaynaştıran, onları bir bütünün birbirinden ayrılmaz iki parçası olarak gören bir yaşamdır. İman, insanın bütün yönleriyle ilişkilidir. İmanın kâmil manada kendinden bekleneni yerine getirmesi, onun ilişkili olduğu hakikatlerin gerçek anlamda yaşanmasına bağlıdır."


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Bizi hidâyete erdiren ve kendine imân etme şerefini nasip eden, küfür ve şirkten nefret ettiren, modern tâğutlara boyun eğdirmeyen âlemlerin rabbi olan Allah’a kâinattaki zerreler adedince hamd’u senâ, üsve’i-hasene olan Resûlü Muhammed Mustafa’ya salât u selâm olsun.

Kur’ân’da yer alan kavramların bir bütünlük içerisinde işlenmesi, dinin doğru bir şekilde anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Yazı da İman, İslam ve İhsan kavramları ele alınacaktır. Mü’min için ideal olan ve arzulanan hayat, dinin inanç ve amelî yönünü kaynaştıran, onları bir bütünün birbirinden ayrılmaz iki parçası olarak gören bir yaşamdır. Bundan dolayı iman, islam ve ihsan kavramlarının bir bütün olarak ele alınması ve aralarındaki irtibatın ortaya konulması gerekmektedir. Allahtan bu yazıyı, rızasına uygun olarak hâlis amellerden kılmasını, âhiret azığı eyleyip kabul buyurmasını dilerim.

 Günümüz Müslümanlarının inanç alanında yaşadıkları sıkıntılar ya da genel fesâd/yabancılaşma ve vahyin yabancısı haline gelmelerini geçmişle kıyaslarsak esasen tarihin tekerrür ettiğini görürüz. Geçmiş zamanlarda ümmetler vardı ve o ümmetleri ıslah edici olarak gönderilmiş peygamberler vardı. Günümüz Müslümanlarının düştüğü her türlü sorunun reçetesi Kur’an ve sahîh Sünnet’te mevcuttur. 

Eğer Müslümanlar bu iki önemli emanete sarılırlarsa birleşirler ve aralarındaki sorunları da çözerler. İnanç bağlamında yaşanan en büyük sıkıntı ise vahyin yerine ikâme edilen mistik/kültür İslâm’ı ve  Akaid kitaplarının bizzat kendilerinin anlaşılmaz muammaya dönüşmesi ve felsefi bir dile bürünmesidir.[1]  Bununla beraber, İnsan, şuuru çerçevesinde meseleleri olan ve bunlara çözüm arayan canlıdır. Allah Teâlâ ilk insanı yaratıp cennete koyduğu hâlde onun bile meseleleri olmuş, bunlara aklınca çözüm yolları aramaya kalkışmış ve kıyâmete kadar çocuklarına bu yolu açmıştır. Hâsılı meselesiz insan, insansız mesele olmuyor.

İslâm’a ve Müslümanlara hayat hakkı tanınmak istenmediği bir zaman ve zeminde yeter ki müslümanlar, imânı iyi tanıdıkları gibi küfrü ve şirki de iyi tanısınlar; vahyin berraklığına dönüp, bir şekilde yabancılaştıkları, mehcûr bıraktıkları Kur'ân-ı Kerîm'in ilk sûresinden itibaren yüzlerce defa tekrarlayak teşvik ettiği ilim ve tefekkürden; hakk soslu/ambalajlı bâtılı sorgulamaktan geri kalmasınlar.

Sınırsız evrenin mâliki ve hâkimi, tüm güç ve otoritelerin sahibi olan Allahu Teâlâ iman sahiplerine o derece yakındır ki, nerede ve ne zaman yardım isterlerse onların taleplerini işitir. Bu sebeple, birer imajdan ibaret olan sahte ilahlara tâbi olmaktansa hidayete ermek açısından doğru olan sadece âlemlerin rabbi Allah’a yönelmektir:

وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُواْ لِي وَلْيُؤْمِنُواْ بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

“Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki, ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince, kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma olumlu karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.” (Bakara, 2/186) 

Bu sevecen dirliğin, bu sevgi dolu yakınlığın ve heyecan uyandırıcı hüsn-ü kabulün gölgesi altında Yüce Allah, kullarını kendi çağrısına olumlu cevap vererek iman etmeye çağırmaktadır. Bu olumlu cevap ve bu iman, onları doğru yola, hidayete ve iyiliğe iletir. Demek ki, Yüce Allah'ın çağrısına olumlu karşılık vermenin ve iman etmenin nihai meyvesi de yine kullara aittir. Bu nihai meyve; doğru yola, hidayete ve iyiliğe ermektir. Yoksa Yüce Allah'ın âlemdeki hiçbir varlığa ihtiyacı yoktur, O, bunların tümünden müstağnidir.

Gerçek hidayete erme ve olgunluk ancak Yüce Allah'ın çağrısına uymakla ve ona iman etmekle mümkün olur. Yüce Allah'ın insanlar için gönderdiği vahiy yani azîz kitabımız, furkân olan Kur’an-ı Kerîm yegâne kurtuluşumuzdur. Yüce Allah'ın insanlar için seçtiği ve râzı olduğu yegâne din İslâm’dır. Yüce Allah'ın insanlar için gönderdiği en güzel örnek olan Allah’ın elçisi Muhammed Mustafa (sav) yegâne rehberimiz/önderimizdir. Yüce Allah'ın insanlar için seçtiği hayat tarzı, onları kurtaracak yegâne mükemmel hayat tarzıdır. Bunun dışındaki bütün yaşam tarzları, hiçbir olgun vicdanın hoşlanmayacağı ve hiçbir doğru yol yolcusunun yanına yanaşmayacağı bir cahilî sapma, büyük bir aldanış ve birer akıl fukaralığıdır.

İman bir kalbe yerleşir yerleşmez tümü de Allah'a yönelik olmak üzere derhal çalışma, hareket, onarma ve inşa etme şeklinde kendini açığa vurur. Bunu yapan kişi Allah’tan başkasını memnun etmeyi düşünmez. Bu, Allah'a itaat etmenin, büyük-küçük her konuda onun emrine kayıtsız şartsız teslim olmanın ifadesidir. Bu durum gerçekleştikten sonra nefiste bir arzu, kalpte bir ihtiras ve Hz. Peygamber (s)’in Yüce Allah’tan getirdiği mesaja uymaktan başka fıtratta bir eğilim kalmaz. 

Bu iman; nefsin düşüncelerinden, kalbinin duygularından, ruhun özlemlerinden, fıtratın eğilimlerinden, bedenin faaliyetlerinden, organların işleyişlerinden ailesinde ve insanlar arasında Rabbine yönelik tavırlarına kadar, insanı her yönüyle kaplar. Bütün bunlarda insanın Allah'a yönelmesini sağlar.

Bu iman eksiksiz bir hayat sistemidir. Allah'ın emrettiği her şeyi içerir. Sebepleri oluşturma, hazır bulunmak, sebeplere sarılma, yeryüzündeki büyük emaneti, kul olarak halîfe/yeryüzüne egemen olma emanetini yüklenmeye hazırlıklı olmak gibi Yüce Allah'ın emrettiği hususları kapsamına alır.
İslâm dininde en merkezi kavram tevhiddir. Bundan ötürü İslâmiyet tevhid dini olarak tanınmıştır. 

İsmail R. Farukî’ye göre İslâm öncesi hiçbir dinin ulûhiyet tasavvuru, İslâm’da ki Allah tasavvuru ve kavramı kadar şirk inancına darbe vurmamıştır. Ona göre bunun sebebi, gönderilen bütün dinlerin zaman içerisinde tevhid telakkisinden uzaklaşması ve bu inancı hakkıyla yaşatamamasıdır. Bundan ötürü İslâm dininin dünya kültürüne en özel katkısı tevhittir.[2] Ne yazık ki bugün Müslümanlar da ibretlik selefleri gibi kahreden, “Allah’ın gönderdiği Kur’ân, Peygamber ve tevhîd akîdesinden uzaklaşma” problemini yaşamaktadırlar.

Tevhîdi (Allah’tan başka ilâhın olmadığını) kabul eden[3] , kullara kul olmanın pençesinden kurtulup yalnız Allah'a kul olmayı başaran  (İsrâ: 17/23; Enbiyâ: 21/25) , ubûdiyet statüsünü ulûhiyet statüsüne karıştırmayan, imanlarına hiçbir zulüm bulaştırmadan (En’âm, 6/82.) her türlü küfrü, şirki reddeden (Nisa, 4/36; En’am, 6/14; Yunus, 10/105; Kasas, 28/87; Rum, 30/31.); kulluğu/ibâdeti yalnız Allah’a yapan (Bakara,2/163) , Allah’ın ipine vahye (Kur’an’a)  sımsıkı sarılan (Âli İmrân,3/103), Kur’an’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmeme gibi bir duruma düşmeyen[4], gerçeği gizlemeyen ( Bakara, 2/ 146.),  Allah’ın elçisi Muhammed Mustafa’ya ittibâ edip rehber edinen; izzet ve şerefi Allah’tan başka bir yerde aramayan (Fâtır, 35/10), Allah’a hamd edip sadece O’nun şânını yücelten (İsrâ, 17/111.), hevâ ve hevesini ilâh edinmeyen (Furkan,25/43), gecesi, gündüzü gibi aydınlık olan (en küçük şüpheyi barındırmayan, gayet açık) dinden sapmayan[5], emrolunduğu gibi dosdoğru olan (Hûd,11/112.), aşırı gitmeyen, (Bakara,2/190), insanlar görsün diye namaz kılmayan,( Nisa, 4/142-143.) kâfirlerin yanında başka, müslümanların yanında başka türlü davranmayan,( Bakara, 2/12-14.), korkak ve ürkek olmayan (Muhammed, 47/20), emânetleri ehline (sahiplerine) teslim eden (Nisâ, 4/58), şükreden ve nankörlük etmeyen ( Bakara, 2/152.),  bile bile hakka kulak tıkamayan(Bakara, 2/19.), dinlerini parça parça etmeyen (Rum, 30/32.), Allah ile kendi aralarında şefaatçi kabul etmeyen (En’am, 6/94; Ra’d, 13/33; Zümer, 39/3, 43-44.), putlardan yardım beklemeyen (Ra’d, 13/14; Yasin, 36/75.),  âdil olan (Nahl,90.), kasılıp böbürlenmeyip, şımarmayan (Nisa, 4/36), bozgunculuk yapmayan (Maide, 5/64), fesat peşinde koşmayan (Kasas,28/77), kendini beğenip övünmeyen (Hadid, 57/23),  israf etmeyen (En’am, 6/141 / A’raf, 7/31),  ‘ma’ruf’u emreden, ‘münker’den sakındıran (Âl-i İmrân, 3/104, 110; Tevbe, 9/71, 112), zâlim (Kâf, 50/24-25.), yalancı (İnşikâk, 84/22) ve  hâin (Hac. 22/38.) olmayan,  sadece Allah’ı velî edinen (Bakara,2/257; Nisâ, 4/45, 75, 119, 123, 173; Mâide, 5/55; Tevbe, 9/23), “Lâ ilâhe illallâh” deyip tâğutları reddeden (Bakara,2/256; Zümer, 39/17; Nahl, 16/36) kişi iman etmiştir.[6]

A-  İMAN KAVRAMININ MAHİYETİ

İman kelimesi, “e-m-n” kökünden türemiştir. Bu kelimenin esas manası korkunun zıddı olan “Emniyet veya güvenlik” demektir. Fiilin sülasî kök manası ise, “Kalbin huzura ve sükûna kavuşması, her türlü korkunun karşısında kendisini emniyette hissetmesi”dir.[7] Bu fiilin “İf’âl” veznindeki mastarı olan iman, “bir kişiyi söylediği sözde doğruluğa nispet etmek ve söylediğini kabullenmek, tasdik etmektir.” [8]  Kur’an indirilmeden önce iman kelimesinin sözlük anlamı “tasdik etmek” şeklindeydi.[9]

İmân kavramı, “insanın bir şeye, iç dünyasında, kuşkuya yer kalmayacak kesinlikte inanması; güvenmek, doğrulamak, boyun eğmek ve hükmünü kabul etmek”[10] tir. İman, bireyin kendi kendisiyle bir iç tutarlılığa sahip olması ve aynı tutarlılığın aile ve toplum yaşantısında da sürdürülmesini ister.[11]

Terim anlamı açısından iman, “yüce Allah'a inanıp varlığını ve birliğini kabul etmek, elçisi Muhammed Mustafa (sav)’a inanmak,  tasdik etmek, Allah’tan aldığı ve din adına tebliğ ettiği kesinlik kazanan hususlarda -zorunlu olan teorik ve pratik bütün hükümlerde- kalbinde  hiçbir sıkıntı duymadan peygamberleri (Nisâ,4/65) tasdik etmek ve onların doğruluğuna ve gerçekliğine kesin inanmak[12] ve boyun eğip gönülden razı olmak ve bu inancını da dili ile söyleyip açıklamakla birlikte bütün bunların neticesinde insanın kendisini güven içinde hissetmesi[13] ve emîn olup insanlara güven telkîn etmesi”( Buhari, İman, 4, no: 10) diye tanımlanmıştır.[14]

Bu inanca sahip bulunan kimseye mü’min, inancının gereğini tam bir teslimiyetle yerine getiren kişiye de müslim denir. Ayrıca Türkçe’de müslim kelimesinin Farsça kurala göre çoğulu olan müslüman da bu an lamda kullanılmıştır.[15]

Kur'ân-ı Kerîm'de iman kavramı 800'den fazla yerde geçer. İman etmeyi ve inananları nitelemek için "doğru söylemek" anlamındaki sıdk kökünün, ayrıca kalbin iman sayesinde huzura kavuşmasını ifade etmek için "şüpheden uzak olarak bilmek" mânasında yakn (yakîn) kökünün türevleri(Bakara 2/4; Mâide 5/50.) ve "huzur bulmak, güven duymak" anlamındaki itmi'nân kavramı (Bakara 2/260; Ra'd 13/28.) kullanılır.

“Etimolojik olarak hem ‘imân’ terimi hem de ‘emniyet’ mefhumu, temelde Arapça bir kelime olup, dinlerin önemli bir anlatım biçimi olan imân terimiyle aynı kökten gelirler.[16] (ve aralarında teolojik açıdan anlam ilişkisi söz konusudur). Bir başka deyişle iman, bireyin kendi kendisiyle bir iç tutarlılığa sahip olması ve aynı tutarlılığın aile ve toplum yaşantısında da sürdürülmesini ister. Böylesine sıkı emniyet tedbirleri üzerine kurulu bir dinin adı da önemlidir ve bu isim de imanın ifade ettiği etimolojik anlamla çelişmemelidir. Bu nedenle hem terim olarak imânla özdeş olarak tanımlanan hem de dinin adı olan İslâm[17], bu anlamına uygundur ve inananlara kavgayı, huzursuzluğu ve toplumsal barışı tehdit eden bir bulanık ortamı değil, iç ve dış dünyasıyla barışa eriştiği açık, berrak ve şeffaf bir toplum oluşturmalarını salık verir. Bu nedenle gerçek anlamda mümin, elinden ve dilinden başkalarının emin olduğu kimse’dir.”[18]

İman, insan için koruyucu bir kalkandır. Yani; onu altüst eden şüphelerden kurtarır. Diğer taraftan onun eylemlerini ve ifadelerini tasdik ve teyit eder. Aynı zamanda iman, Allah tarafından sevilmek ve onanmak arzusuyla onun insana gönderdiği mesajı anlamaya yönlendirir.[19]

“İman, insanı harekete geçiren, onu iyiye ve doğruya sevk eden muharrik kuvvet olmalı, dolayısıyla eseri, hayata intikal ederek sahibini ve muhitini aydınlatmalıdır.”[20] Yani iman, suyun ağaca nüfuz etmesi ve kanın bedende dolaşması gibi insanın bütün benliğini saran bir olgudur.[21]

İbnü'l-Cevzî (v.597/1201)nin ardından,[22] İbn Kayyım el-Cevziyye (v. 751/1350) de, kalp ile tasdik, dil ile ikrar[23] ve uzuvlarla amel‛ şeklinde tanımladığı imanın Kur’ân’da tasdik, ikrar, tevhit, peygamberi onaylama ve namaz beş anlamda kullanıldığını kaydetmektedir[24].”

İmanı meydana getiren unsurlan söz (kavI) ve amel olarak ele almak mümkündür. Zira hadisçiler imanı söz ve amel olarak tanımlamaktadırlar[25]. İmanın söz ve amelden meydana geldiği söylenirken söz ile kalbin sözü ve dilin sözü, amel ile de kalbin ameli ve organların ameli kastedilmiştir[26]. Böylece dört unsurun birleşmesiyle imanın meydana gelmesi, bu anlayıştaki somut karakterliliği göstermektedir.[27]

Ebû Hanîfe (v. 150/767) , onun müteakiplerinin meşhurlarından Serahsî (v. 483/1090), Pezdevî (v. 493/1099), Kemaleddin el-Beyâzî (v. 1097/1685), Eş’arîlerin bazı muhakkik âlimleri ve bazı mutekaddimûn ulemasına göre iman, kalb ile tasdik, dil ile ikrardır.[28] Mâlik (v. 179/795), Şâfiî (v. 204/820), Evzaî (v. 157/774), zâhirîler, Medine uleması, Ahmet b. Hanbel (v. 241/855) ve İshâk b. Râhuye (v. 238/852) gibi büyük hadis imamları ve Hâris el-Muhâsibî (v. 243/857), Ebû Abbâs el- Kalânisî (v. 255/869) gibi ilk dönem kelamcılarına göre iman, kalple tasdik, dil ile ikrar ve uzuvlarla ameldir.[29]

İbn Teymiye (v. 728/1328), iman ve İslâm kavramlarının farklılığını savunmuştur. Zira İbn Teymiye’ye göre, her mü’min Müslüman iken, her müslüman mü’min olmayabilir.[30] Bununla beraber Hadis ilminde hüccet ve büyük bir fâkih olan Hattabî’nin (v. 388/998) de bu görüşte olduğu nakledilmiştir.[31]

İman sadece dil ile ikrardan ibaret de değildir. “Ey Muhammed! Münafıklar sana gelince: Senin şüphesiz Allah’ın peygamberi olduğuna şehadet ederiz, derler. Allah senin kendisinin resûlü olduğunu bilir, ayrıca ikiyüzlülerin yalancı olduklarını da bilir.” (Münâfikûn, 63/1.) Münafıklar, Hz. Muhammed’e Resûlullah demekle mü’min olmamışlardır. Çünkü iman (veya dinî anlamda tasdik), dil ile ikrardan ibaret değildir. İnsan, şüphe, zan ve inanç aşamalarından geçen açık ve seçik, kat'i bilgiler halinde gelen objeler, tereddütsüz bir tarzda kabul edilip benimsendiği, bir hüküm haline geldikleri için tasdik denilen imana ulaşılmış olunur. 

"İnananlar, ancak Allah'a ve peygambere inanmış, sonra şüpheye düşmemiş; Allah uğrunda mallarıyla, canlarıyla cihat etmiş olanlardır. İşte onlar doğru olanlardır." ( Hucurat, 49/15.)

''Peygamber, Rabb'in tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler." ( Bakara, 2/285.) 

"Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sehat) ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkar ederse tam manasıyla sapıtmıştır.” (Nisa, 4/136.)

Medine dışında, bâdiyede yaşayan Benî Esed kabilesinden bir grubun, bir kıtlık senesinde Allah Resûlüne (s.a.v) gelerek iman ettiklerini, bundan dolayı ve zekâttan kendilerine bir şeyler vermesi gerektiğini söylemişlerdi. Bunun üzerine şu ayet nazil olmuştur. 

“Bedeviler, ‘İnandık’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama ‘boyun eğdik’ deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi...” (Hucurât, 49/14.) 

Bedevîlerin ‘Amennâ’ demeleri mü’min olmak için yeterli olsaydı kendilerine ‘iman etmediniz ve iman kalbinize girmedi’ şeklinde bir mukabele yapılmazdı.[32] Bundan da imanın kalbî bir amel olduğunu anlaşılmaktadır.[33]

"Onlar dilleri ile inandık ve kalplerimizle de tasdik ettik derler. Siz kalplerinizle tasdik etmediniz." (Maide,5/41)

Ayrıca bu ayeti kerimeler Allah'a ve Resulüne itaatin dı­şına çıkan, küfürde koşuşan ve kendi görüşlerini, Allah'ın hükümlerinden öne alan kimseler hakkında nazil olmuştur. Onlar ki, ağızları ile inandık dedikleri halde, kalpleri ile inanmayanlardır. "Dilleri ile mü 'min olduklarını izah ederler, ama kalpleriyle imandan uzak ve bomboşturlar.” [34] İman, bütün bu hususiyetlere sahip, yegane mutlak varlık olduğunu ve bu hususta ona hiçbir kimsenin ortak olmadığını ikrâr etmektir. Medine'de gerek münafıklar ve gerek yahudiler, küfür yarışına çıkmışlardı. Her ne kadar münafıklar ağızları ile "biz iman ettik" diyorlar idiyse de, hakikat bunun aksine idi. 

Said Havva'ya (v.1989) göre, küfürde yarışan, Allah ve resulüne itaati terk eden, görüş ve hevâlarını Allah'ın şeriatının önüne çıkaran, iman ettiklerini söyleyip aslında kalpleriyle imandan uzak, harabeye dönmüş kimselerden söz etmektedir. Bu küfür içerisinde süratle koşanlar dilleriyle iman ettiklerini açığa vurdukları halde kalplerinde imanın eseri yoktur, işte bunlar münafıklardır[35], demektir.

“İman’da ikrâr kavramı önem arzeder. İman, kalp ile tasdik, dil ile ikrâr ve organlarla işlenen ameldir. Kanaatimize göre bazı âlimlerin şer’i imanı, kalb ile tasdik, dil ile ikrâr şeklinde tarif edip, kalb ile tasdiki aslî rükün, dil ile ikrârı da zaid rükün kabul etmeleri uygun bir görüştür. Kelâm âlimlerinin imanın biri tasdik, diğeri de ikrâr olmak üzere iki rüknünün olduğunu söylemeleri ve bu rükünlerden biri eksik olursa iman gerçekleşmez demeleri toplum hayatında insanın sosyal ilişkilerini düzene sokmasının hedeflendiği ve isabetli bir yaklaşım olduğu anlaşılmaktadır.”[36]

Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin, bu dünyada mümin kabul edilmesi ve İslam toplumundan dışlanmaması gerekir. Çünkü dünyada dış görünüşe ve ikrâra göre işlem yapılır. İçten inanıp inanmadığını tesbit ise Allah'a mahsus ve ahirete ilişkin bir meseledir: "Size selam verene dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, sen mümin değilsin demeyin..."( Nisa, 4/94.) âyeti buna işaret eder. Gönülden inanmadığı halde, diliyle inandığını söyleyip ikrâr eden kişi –kalpteki inanç ve ikrârı bilinemediği için– dünyada müslüman gibi işlem görür. Fakat imanı bulunmadığı ve münâfık olduğu için âhirette mü’min olarak değerlendirilemeyeceği ifade edilmektedir. Kalpler de olanı bilen Allah, insanları kalplerindeki şeylerden dolayı, mümin ve kâfir diye isimlendirmiştir. Biz de insanların, söyledikleri takrir, tasdik, tekzip ile mümin veya kâfir olduğunu söyleyebiliriz.[37]
  
B- İSLÂM KAVRAMININ MÂHİYETİ

“Sözlükte‚ kurtuluşa ermek, boyun eğmek, teslim olmak; teslim etmek, vermek; barış yapmak‛ anlamlarındaki سِلْم kökünden türemiş olan İslam’ın etimolojisini yapan ilk âlimlerden İbn Kuteybe (v. 276/889) kelimeyi ‚boyun eğmek ve iradî olarak uymak suretiyle barış ortamına girmek‛[38] olarak, İbn Manzûr (v. 711/1311) da ‚boyun eğmek ve itaat etmek‛[39] şeklinde tanımlamıştır. İslam’ın sözlük anlamındaki inkıyât ve itâat, her ne kadar mutlak ise de bu kelime İslam terminolojisinde sadece ‚doğruya ve hakka uyma‛ manası taşır. Yanlışa ve kötüye boyun eğme şeklinde bir teslimiyet, İslam’a aykırı hatta isyan olarak nitelendirilmiştir.[40]

İslam kavramı bu kalıbıyla Kur’ân’ın sekiz yerinde, aynı kökten türeyen fiil ve isim formlarıyla da Kur’ân’ın değişik yerlerinde farklı bağlamlarda kullanılmıştır.[41] Kavramın fiil kalıbıyla geçtiği yerlerde daha çok, “Allah’a yönelme” ( Bakara, 2/112; Lokman, 31/22.) “O’na teslim olmak” ( Bakara, 2/131; Mü’min, 40/66.), “tevhid inancına sahip bulunmak” ( Enbiyâ, 21/108.), “Allah’a teslimiyetin gereğini yapmak” ( Zümer, 39/54.) manalarında kullanıldığı görülmektedir.[42]

* İslâm, Teslim, Teslimiyet/Müslüman Manasına kullanılmıştır:

''Rabb'i ona: "Teslim ol" buyurduğunda, "Âlemlerin Rabb'ine teslim oldum" demişti." ( Bakara, 2/131, 128,132.)

* İslâm, Din manasında kullanılmıştır:

"Ey Rabb'imiz! üzerimize sabır yağdır, Müslüman olarak canımızı al, dediler.” (A'raf, 7/126.)

"Allah katında din, şüphesiz İslam’dır." (Al-i İmran, 3/19, 83, 85.)

"Bugün sizin dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslamiyet’i beğendim/seçtim . " (Maide, 5/3; el-En'am, 6/125.)

Şeriatta ise, Peygamber (SA V) in tebliğ buyurduğu şeyleri zâhiren ve bâtînen kabul ile Allah'a itaat ve teslimiyette bulunmaktır.[43] "İslam" teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek ve amellerini Allah için hâlis kılmak anlamlarını taşımaktadır.[44]

İslam kelimesi, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, Allah'ın emriyle insanlara bildirdiği dinin adıdır. İslâmlık ise, Allah'a iman etmek, O'nun Peygamberine tab'i olmak ve din namına ne bildirilmişse kalb ve dil ile tasdik etmektir.[45]

Ebu Hanife'ye (v. 150/767) göre İslam, Allah'a teslim olmak, onun emirlerine boyun eğmektir.[46] Ebû Hamid el-Gazzâlî'ye (v. 555/1111) göre İslam, lügatte teslim olmak manasına gelir. Teslimiyet ise, inadı, kibirli ve itaatsizliği bırakıp yumuşak olmak, rıza göstermek, kabul etmek demektir.[47] Nureddin es-Sâbûnî'ye (v. 580/1184) göre İslam, O'nun Ulûhiyetine boyun eğip, itaat eylemektir.[48]

İslam kelimesini ele alan ilk dönem âlimleri, ona daha çok iman kavramıyla ilişkisi bakımından tanımlar getirmeye çalışmışlardır. 

Bu çerçevede İmam Eş’arî (v. 324/935-36), İslam’ı‚ Allah’a tam teslimiyet, hükümlerine boyun eğme ve emirlerine uyma‛[49] şeklinde tanımlarken, Mâtürîdî ‚kişinin kendini bütünüyle Allah’a teslim etmesi, sadece ve tamamıyla O’na kulluk edip ortak koşmaması‛ diye bir tarif etmiştir.[50] 

İmam Mâtürîdî, İslam’ı‚ başkasını ortak koşmaksızın her şeyin Allah’a ait olduğunun kabul edilmesi ve her şeyin O’na boyun eğmesi (inkiyâd)‛[51] diye tanımlamıştır.

Daha sonraki dönemlerde İslam kavramına daha kapsamlı tanımlar getirildiği görülmektedir. Örneğin Râğıb el-İsfehânî (v. 502/1108) İslam’ı “kalpteki inancı dille ifade edip fiillerle göstermek suretiyle Allah’ı takdir ve hükmettiği her hususta O’na boyun eğip teslimiyet göstermek” [52] şeklinde tarif etmiştir. 

Seyyid Şerif el-Cürcânî (v. 816/1413) de “Hz. Peygamber’in haber verdiklerini samimiyetle benimseyip onlara uymak”[53] şeklinde bir tanımı tercih etmiştir. İslam kelimesinin semantik tahlilini yapan Toshihiko Izutsu’ya (v. 1993) göre İslam, “kişinin bilerek ve samimiyetle kendisini Allah’a teslim etmesi” [54] demektir.[55]

İslâm, başkasını ortak koşmaksızın her şeyin Allah’a ait olduğunun kabul edilmesi ve her şeyin O’na itaat etmesidir. Bu genel tanımı insanla ilgili olarak değerlendirirsek, diyebiliriz ki, İslâm insanın nefsini, fiilini, ve dinini Allah’a teslim etmesi demektir.[56] İslâm, Allah’a vahdaniyet üzere ibadet etmektir.[57]

İlk insan ve peygamber olan Hz. Âdem’den başlayarak sayısız peygamberler vasıtası ile tebliğ olunan ve son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) ile tam kemalini bulan, tamamlanan tevhid akidesinin, yeryüzünde var olan tek ve gerçek dinin adıdır.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “İbrahim ne Yahudi ne de Hristiyan’dı fakat o dosdoğru Müslim idi, Allah’a şirk koşanlardan (müşriklerden) da değildi” (Âli İmran, 3/ 67) buyrulmaktadır. Yine aynı surede “Şüphesiz Allah katında din İslam'dır…”(Âli İmran,3/19.) Buyrulmaktadır.  

Ayetin tefsirini yapan Elmalılı Hamdi Yazır şöyle diyor:

“Din ve dindarlığın bütün manası, itaat ve bağlılık anlamıyla selametin sağlanmasında toplanır. İslam’ın manası da faydalı bir selamet katkısız bir teslimiyet ve bağlılıkta toplanır. Şu halde din kavramı mutlak anlamıyla ele alındığı zaman bile mutlak olarak İslam kelimesi ile eşit ve eş anlamlıdır.”[58]

İslam kelimesinin semantik tahlilini yapan Toshihiko Izutsu’ya göre, Câhiliye döneminin hâkim telakkisi olan şirk inancının aksine, Kur’an’ın mesajıyla Allah, kâinatın mutlak hâkimi ve tek Rabbi olarak kabul edilmiştir. O’na yapılan kulluk ise “kişinin bilerek ve samimiyetle kendisini Allah’a teslim etmesi” anlamına gelen “İslâm” terimiyle belirtilmiştir. İtaat ve teslimiyeti anlatan huşu, tazarru gibi diğer Kur’an terimlerinden farklı olarak İslâm, eskiden başlayıp devam eden bir şeye değil yeni başlayan bir dönüşüme işaret etmektedir. Bu durumda müslim de Allah’a kayıt sız şartsız teslim olmak suretiyle bir atılım cesaretini gösteren kimsedir.[59]

“Kelime anlamlarından yola çıkıldığında iman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdik iken; İslam, Allah’ın emirlerine teslim olmak ve O’na itaat etmek demektir. Bu açıdan bakıldığında iman ve islam arasında fark vardır. Zira tasdikin özel bir mahalli vardır ve o da kalptir, ikrar ise bu tasdikin dil ile ifadesinden ibarettir. Tam teslimiyet anlamındaki islam ise belli bir mahal ile sınırlı değildir. Kalp ve dil ile birlikte bütün uzuvları içine almaktadır. İman ve islam arasındaki fark ise sadece sözlük anlamlarında mevcuttur ve islam, lisânen imandan daha geniş anlama sahiptir. Çünkü münafıklar, Müslüman sınıfından kabul edilmekle birlikte Allah katında mümin değillerdir.[60]

İman ile islam arasındaki ilişki bir şeyin içi ve dışı arasındaki ilişki gibi olup ayrılmaları imkansızdır. İslamsız iman olamayacağı gibi imansız da islam olamaz. Çünkü kişi imanla, Allah’ın bütün isim ve vasıflarını kalben tasdik edip diliyle de ikrar etmiştir. Bu tasdik, iman sahibinin kendisini tam anlamıyla Allah’a ve O’nun emir ve hükümlerine teslim ettiği anlamına gelir ki, bu da islam’dan başka bir şey değildir. O halde imanı olmayanın islamı da olmaz. Bunlar sırt ve göbek gibi birbirinden ayrılamazlar[61].”[62]

İbni Teymiyye’ye göre Cibril hadisinde de belirtildiği üzere dinin ihsan, iman ve islam olmak üzere üç derecesi vardır. Bunların en yücesi ihsan, ortası iman, bidayette ise islam gelir. Her muhsin mümindir, fakat her mümin muhsin değildir. Aynı şekilde her mümin Müslüman iken, her Müslüman da mümin değildir. Bu anlamda iman, islam’dan daha yüksek ve şümullü bir kavramdır. Zira islam, itaat fiilleri anlamına gelmektedir. İtaat fiilleri olarak amel, imana dahil olduğu için iman, islam’ı kapsamaktadır. İslam, imanın bir bölümüdür[63].

“Gazzali’ye göre dinî terminolojide iman ve islam kavramlarının üç farklı şekilde kullanımı söz konusudur:

a. Aynı anlamı ifade etmek üzere eş anlamlı olarak kullanımı: “Orada müminlerden kim varsa çıkardık. Zaten orada bir ev (halkın)dan başka Müslüman da bulamadık.”( Zâriyât 51/35-36.) ve “Musa dedi ki: “Ey kavmim, eğer Allah’a inandıysanız, gerçekten Müslüman insanlar iseniz, O’na dayanın.”( Yûnus 10/84.) ayetlerinde iman ve islam kelimeleri aynı anlamı ifade etmektedirler.

 b. Zıt anlamlı kullanımı: “Bedeviler, ‘İman ettik.’ dediler. De ki: “Siz iman etmediniz, fakat “İslam olduk” deyin. İman sizin kalplerinize henüz girmedi.” (Hucurât 49/14.)[64] ayetinde imandan kalbî tasdik murat edildiği için, iman iddiasında bulunan bedevilere, zahirde teslim olmaları dikkate alınarak “teslimiyet gösterdik.” demeleri tavsiye edilmiştir.

c. Ayrı anlamları ifade etmek üzere iç içe (mütedâhil) kullanımı: Gazzali, bu tür kullanım için hadislerden delil getirmektedir. “Hz. Peygamber’e soruldu: “Hangi amel daha üstündür?” “İslam”, dedi. Sonra, “Hangi islam üstündür?” diye soruldu. “İman”, diye cevap verdi.” Burada iman ve islam kavramları farklı anlamlarda kullanılmakla birlikle islam, imanı kapsayacak şekilde kullanılmıştır.[65]

 Gazzali’ye göre bu üç farklı kullanımdan iman ve islam kavramlarının lügat anlamlarına en uygun seçenek üçüncüsü, yani islam’ın imanı kapsayacak şekilde kullanılmasıdır. Zira sözlük anlamı itibarıyla iman, sadece kalp ile yapılan tasdikten ibarettir. İslam ise inat ve yüz çevirmeyi terk ederek kalp, lisan ve amelle yani hem zahiri hem de batıni olarak teslimiyet ve boyun eğmedir. İman hususi iken, bütün teslimiyet türlerini kapsaması bakımından islam, umûmidir. Ancak iman, islam’ın en şerefli cüzüdür. Buna göre kalbî tasdik anlamında iman mevcut ise bu tasdikin meyvesi ve sonucu olarak teslimiyet yani islam da mevcuttur. Fakat teslimiyet olduğunda her zaman tasdik mevcut olmayabilir[66].”

İslam ve iman kavramlarının özdeş olup-olmaması meselesi, itikâdî mezhepler nezdinde önemli tartışma konularından birisini oluşturmaktadır. Mezkûr kavramların özdeşliğini savunanlar, kavram olarak farklı anlamları ihtiva ettiklerini kabul etmekle birlikte pratikte aynı şeye delalet ettiğini iddia etmektedirler. Yani bu iki kavram aynı şey olmamakla birlikte birbirinden çok farklı da değillerdir. Ancak birbirlerinden öyle ayrılmazlardır ki biri olmadan diğeri de olmaz. Onlar, bir şeyin içi ve dışı gibidir. Farklılığını savunanların temel argümanını ise ayet ve hadislerde bu iki kavramın farklı anlamlarda kullanılması oluşturmaktadır.[67]

Ayet ve hadislerde iman ve islam kavramları çok farklı şekillerde kullanılmakla birlikte genel anlamda kendilerine mümin ve Müslüman ismi verilenlerin sahip olmaları gereken nosyonda bir benzerlik ve aynilik görmek mümkündür. Mümin ya da müslim vasıflarından hangisini kullanırsak kullanalım bu sıfatla tavsif edilen kişinin temel niteliği; kalben, lisanen ve fiilen kendisini Allah’a, O’nun emir ve yasaklarına teslim etmiş olmasıdır. Amellerin imana dahil edilmemesi bu konuda ayırıcı etken olmamalıdır. Zira, ameller imana dahil edilmemiş olsa bile aralarında zorunlu bir sebep-sonuç ilişkisi mevcuttur. Ancak bu durum gerçek anlamda mümin ve Müslüman için söz konusudur. İman sahibi olmaksızın iman iddiasında bulunanın durumu bu genel anlamın istisnasıdır.[68]

Sonuç itibariyle, her ne kadar kullanılan kelime zaman zaman farklılık arz etse de nihai hedefte iman ile islam aynı mana ve müsemmalar için kullanılan özdeş isimler olup birisinin bulunmasıyla diğeri de mevcut olur. Yani her Müslüman, mümin ve her mümin Müslümandır. Zira İslam mezheplerince kişiyi İslam’dan çıkaran davranışlarla imandan çıkaran davranışlar aynı olduğu gibi ahirette mümin ve Müslümana vaadedilen nimetler ve mekân da aynıdır. Ayrıca dünya ve ahiret planında tüm mükellefler, mümin ve kâfir şeklinde tasnif edildiğinden Müslüman için farklı bir sınıflandırma yapılmamıştır. [69]Tüm bu gerekçeler iman ve islam’ın mahiyet açısından aynı olduğunu göstermektedir.”[70]

C- İHSÂN KAVRAMININ MAHİYETİ

Kur’ân’da ihsân kavramı hem Allah’a hem de insanlara nisbet edilerek yetmişi aşkın ayette masdar, fiil ve isim şeklinde geçmektedir.[71] İhsan kavramı Kur’ân’da sözlük anlamına paralel olarak farklı anlamlarda kullanılmıştır: 

”Rabbin yalnız kendisine ibadet etmenizi ve ana-babaya iyilik etmenizi, iyi davranmanızı (ihsânı) emretti”[72] ve‚

 “Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap” (Kasas, 28/77.) ayetlerinde ‘iyilik etmek, iyi davranmak’; 

“Dünya’da güzel amel yapanlara güzellik vardır ”( Nahl, 16/30) ve  “Güzel amel işleyenlere güzellik (cennet) ve fazlası vardır” (Yûnus, 10/26.) ayetlerinde ‘iyi ve güzel amel işlemek’; 

 “Gerçek şu ki iman edip salih ameller işleyenlere gelince elbette biz işini güzel yapanın ecrini zayi etmeyiz” (Kehf, 18/30.) ve “O Allah yarattığı her şeyi güzel yapandır” (Secde, 32/7.) ayetlerinde ise ‘bir ameli, bir işi ve bir görevi en güzel biçimde yapmak’ anlamlarında kullanılmıştır. 

Ayrıca ihsan Kur’ân’da, “iyiliklerde farz olan asgari ölçünün ötesine geçip isteyerek ve severek daha fazlasını yapmak” manasında da kullanılır.[73]

İnsana nisbet edildiği ayet ve hadislerde “ihsân” kavramı iki bağlamda kullanılır:

a- “Yaptığını güzel yapmak” şeklinde özetlenen anlamına uygun olarak, kulun Allah’a karşı hissettiği derin saygı, bağlılık ve itaat ruhunu ve bu ruh halinin ürünü olan iyi davranışları kapsar. Nitekim Cibril hadisinde ihsan Allah Resulü tarafından şu şekilde tanımlanmıştır: “İhsan, Allah’ı görür gibi ibadet etmendir; çünkü sen O’nu görmesen de o seni görmektedir.”( Buharî, Tefsir, 31/2.) Bu minvalde Fîrûzâbâdî ihsanı, imanın özü, ruhu ve kemali, dolayısıyla kulluk mertebelerinin en üstünü olduğunu belirtir.[74]

b- İhsan, hilm erdeminden kaynaklanan bir anlayışla kişinin başta annesi ve babası olmak üzere diğer insanlar karşısındaki sevgiye dayalı özverili tutumunu ifade eder[75].[76]

“İhsân” kavramı Allah’a nisbet edildiğinde, “O, yarattığı her şeyi güzel yapmıştır” (Secde, 32/7.), “O sizi şekillendirdi ve şeklinizi güzel yaptı” (Teğabûn, 64/3.) mealindeki ayetlerde olduğu gibi Allah’ın kusursuz yaratıcılığına işaret eder.[77] İhsân kavramı, “iyi amelleri en güzel bir şekilde yapmak” manasıyla ele alındığında asıl maksadı ifade etmede daha kapsayıcı bir özellik arz ettiği görülecektir. İbadetleri yerine getirme bağlamında İhsan kelimesinin keyfiyet yönünden anlamı; Bireyin Allah’a, insanlara ve diğer varlıklara karşı görevlerini yerine getirmesidir.[78]

Abdullah b. Ömer babası Hz. Ömer’den gelen rivayeti şöyle aktarmıştır: 

“Bizler bir gün Rasûlullah (s.a.v)’in yanında otururken hemen bir adam geliverdi. Elbisesi bembeyaz, saçları simsiyahtı. Üzerinde yolculuk belirtileri de yoktu, bizden hiç biride onu tanımıyordu. O kimse Peygamberimizin yanına kadar gelip oturdu dizlerini dizlerine dayadı, ellerini dizlerinin üzerine koyarak şöyle dedi: “Ey Muhammed! İslâm’ın ne olduğunu haber ver!” Rasûlullah (s.a.v) ona cevaben: “İslâm; Allah’tan başka gerçek hiçbir ilâhın olmadığına Muhammed (s.a.v)’in de Allah’ın Peygamberi olduğuna inanarak şahitlik yapman, namazı kılıp zekatı vermen, Ramazan orucunu tutup gücün yeterse haccetmendir” buyurdular. Bunun üzerine adam: “Doğru söyledin” dedi. Biz onun hem sormasına hem tasdik etmesine şaşırdık. Adam sonra: “Bir de bana İman’ın ne demek olduğunu anlat” dedi. Peygamberimiz (s.a.v)’de: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin O’ndan olduğuna inanmandır” buyurdular. O kimse yine: “Doğru söyledin” diyerek: “İhsan nedir? Bana onu anlat” dedi. Rasûlullah (s.a.v): “İhsan; görüyormuşçasına Allah’a ibadet edip kulluk yapmandır. Sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlaka görmektedir” buyurdular. O kimse yine: “Doğru söyledin” dedi. Bu sefer adam: “Kıyametin ne zaman kopacağını bana haber ver” deyince Peygamber (s.a.v) efendimiz: “Bu konuda sorulan sorandan daha bilgili değildir” buyurdu. Bu sefer o adam: “O halde kıyametin alâmetlerinden bahset” deyince, Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurdular: “Cariyenin hanımefendisini doğurması (Yani doğan çocuklar ana babalarına köle ve cariye muamelesi yapacaklar) Yalınayak, çıplak, fakir deve çobanlarını yaptırdıkları binalarla boy ölçüşürken görmendir.” Ömer İbnül Hattab diyor ki: Sonra adam çıkıp gitti bir süre hayrette kaldım. Sonra Peygamberimiz (s.a.v): “Ey Ömer soru soran kimdi biliyor musun?” dedi. Ben de: “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” deyince, Peygamber (s.a.v): “O Cibril idi, size dininizi öğretmek üzere gelmişti” buyurdu. Bu hadis aynı zamanda Ebu Hureyre ve Ebu Zerr tarafından da rivayet edilmiştir.[79]

Mü’min için ideal olan ve arzulanan hayat, dinin inanç ve amelî yönünü kaynaştıran, onları bir bütünün birbirinden ayrılmaz iki parçası olarak gören bir yaşamdır. İman, insanın bütün yönleriyle ilişkilidir. İmanın kâmil manada kendinden bekleneni yerine getirmesi, onun ilişkili olduğu hakikatlerin gerçek anlamda yaşanmasına bağlıdır. 

Diğer bir ifade ile imanın sadece bir kalp ameli olarak kalmaması, beden ve dil ile de ilgili olan hakiki fonksiyonunu eda etmesi, bütün inceliklerinin değerlendirilmesi ile mümkün olur. Bundan dolayı iman, İslam ve ihsan kavramlarının bir bütün olarak ele alınması ve inanç ile ahlak arasındaki irtibatın ortaya konulması gerekmektedir.[80] İşte teori ile pratiği bir arada bulunduran, teoriye işaret ederken pratik amaca, yani ahlakî hedefe vurgu yapan bir mesele olarak meşhur Cibril hadisini anmak mümkündür.[81]

وآخر دعوانا أن الحمد لله رب العالمين ، والصلاة والسلام على أشرف الأنبياء والمرسلين .

Ahmet Hocazâde, 23.06.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Muhâfız ya da Muârız'a dair
Ahmet Hocazâde Yazıları





[1] Prof. Dr. Selman Nedvi’nin sunumundan, İnanç Problemleri Sempozyumu, 06–07 Mayıs 2011 Konya,  e-makâlât Mezhep Araştırmaları, IV/2 (Güz 2011), s.176.
[2] İsmail R. Faruki, Tevhid ,(Terc. Dilaver Yardım-Latif Boyacı), İnsan Yay., Dördüncü Bask, 2006, S. 41.
[3] Bkz: Bakara, 2 /255; Al-i İmran,3 / 2; Nisâ,4 /87 Hûd, ı ı / 14; Taha, 20/ 8 Enbiya, 21/25; Neml, 27/26; Kasas, 28/88; Saffât, 37/35; Mü'min, 40/ 33; Duhân, 44/8; Teğabun, 64/ 13. Hadisler için bkz. Buhârî: Namaz Kitabı, bab: 46, H.No:: 425, (1/672); Müslim: İman 1; Mesâcid Kitabı, bab: 47, H.No: 1494, (3/161).
[4] Nisa, 4/150, 151. Ayrıca bkz. Bakara, 2/2, 26, 39, 89, 102, 105, 161, 171, 212, 257; Ali İmran, 3/4,
10, 12, 55, 56, 90, 151, 156, 178,196; Nisa, 4/42, 51.
[5] İbn Mâce, Mukaddime 6, H.No: 43; Ebû Dâvud, Sünnet, 6, H.No: 4607; Tirmizî, İlim, 16, H.No: 2815; Dârimî, Mukaddime 16, H.No: 96.
[6] Buhari , “İman”, 2.
[7] İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem b. Alî b. Ahmed el-Ensârî er-Rüveyfî,
Lisanü’l-Arab, Dâru’s-Sadr, Beyrut 1414/1994, XIII, 21.
[8] İbn Manzûr, a.g.e., XIII, 21.
[9] Bakıllânî, Ebubekir Muhammed b. Tayyib, Kitâbu’t-Temhîd, Beyrut 1957,s.346.
[10] Fîrûzâbâdî, Kâmûsu‘l-Muhît, s.1518;Taftazânî, Saduddin, Şerhu’l-Mekâsıd, Beyrût, 1989, 5/175.
[11] Temel Yeşilyurt, “İslam, İman ve Fundamentalizm” Kelam Araştırmaları-2:2 (2004), s.87,
[12]  Tevfik Yücedoğru, Mukallidin İmanı, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 1, 2005, s. 21.
[13] Cihat Tunç,  "Yüce Allah'a İman ve Bunun Önemi", EÜIFD, Kayseri 1985, 11/1-2.
[14] Mustafa Sinanoğlu, “İmân”, DİA, XXII, s.212.
[15] Sinanoğlu, “İmân”, DİA, XXII, 212.
[16] İmân terimi, Arapça “e-m-n” fiilinden türemiştir ve bir kimseyi söylediği sözde doğruluğa nispet etme, güven verme anlamlarına gelir. Bkz. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrût, 1995, XIII/21. Taftazânî, Saduddin, Şerhu’l-Mekâsıd, tah. Abdurrahman Umeyrâ, Alemu’l- Kutub, Beyrût, 1989, V/175.
[17] Kur’an’da ed-Din’in adının İslâm oluşuna ilişkin çok açık vurgular mevcuttur: Al-i İmrân, 3/19, 85.
[18]  Temel Yeşilyurt, İslam, İman Ve Fundamentalizm, Kelam Araştırmaları, 2:2 (2004), s.87-88.
[19] Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, TDV Yayınları, Ankara 2003,  s. 168.
[20] Ebu Hamid el-Gazali, İtikatta Orta Yol, çev. Kemal Işık, A.Ü.F. Yayınları, Ankara 1971, s. 100.
[21] Hülya Alper, İmanın Psikolojik Yapısı, Rağbet Yayınları, İstanbul 2002, s. 572.
[22] Bkz. Ebu’l Ferec İbnü'l-Cevzî, (v.751/1350), Nüzhetül-uyûn en-nevâzır fîl-vücûhi vennezâir, Beyrut, 1985. s.145-146.
[23] İkrâr; kalpte bulunan iman, tasdik veya marifetin dünya hayatında bir hüküm ifade edebilmesi için dil ile söylenmesi, hareketlere yansıtılması ve gösterilmesidir. Diğer bir deyişle doğrulanan ve tasdik ifade eden kalpteki inancın dışa dil ile söylenmesi, lafızlarla açığa vurulmasıdır. Bu yönüyle imanda ikrâr kavramı önem arzeder. Âyet ve hadislerde ikrâr kavramı, kelime ve ıstılahi anlamda yani kalbindeki imanı veya gerçeği dili ile söyleme, gerçekleri itiraf etme manalarında geçmektedir. İkrâr kavramı kelâm ilminde “benimsenen inancın dille ifade edilmesi” dir. İkrâr, dil ile tasdiktir (kavli tasdik). Bkz. Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, İsam, İst, 2010, s.147.; Temel Yeşilyurt-Osman Oral, İman’da İkrâr Kavramı, Kelam Araştırmaları 10:1 (2012), s.43.
[24] İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâricu’s-Sâlikîn, (thk.: Muhammed Hamid el-Faki), Beyrut 1972, s. 124.
[25] İbn Teymiyye, Mecmuu Fetâvâ, cem' ve tertib: Abdurrahman b. Muhammed b. Kasım ve oğlu Muhammed, c. 1-37, trz., c. 7, s. 642.
[26] İbn Teymiyye, a.g.e., c. 7, s. 171.
[27] H.Sabri Erdem, İman Problemi ve Anlambilim, AÜİFD, XlV (2004),  Sayı  II, s.4.
[28] Geniş bilgi için bkz. Ebû Hanîfe, Numan b. Sâbit, el-Fıkhu’l-Ekber, (İmam-ı Âzam’ın beş Eseri), çev.Mustafa Öz, İst. 2011, s.74; Ebû Hanîfe, Numan b. Sâbit, el-Vasiyye, (İmam-ı Âzam’ın Beş Eseri), çev. Mustafa Öz, s.87; Eş’arî, Makâlâtu’l-İslâmiyyîn ve ihtilâfu’l-musallîn, Beyrut 1990, I, 220-221; Cüveynî, Abdülmelik b. Abdullah b. Yûsuf b. Muhammed İmâmu’l-Harameyn, Kitâbu’l-İrşâd ilâ kavâidi’l-edilleti fî Usûli’l-İ’tikâd, Mısır 1950, s.396; Pezdevî, Usûlu’d-Din, s.228; Nesefî, Ebu’l-Muîn Meymun b. Muhammed, Bahru’l-Kelâm, Dımeşk 2000, s.151; Sâbûnî, Nureddin, Kitâbu’l-Bidâye mine’l-Kifâye fi’l-Hidâye fî Usûli’d-Din, Dâru’l-Meârif, Mısır 1969, s. 152; Taftazânî, Şerhu’l-Akâid, s.151; Kemalettin b. Ebî Şerîf, el- Müsâmere, s.285-286; Aliyyu-l-Kârî, Şerhu Fıkhı’l-Ekber, Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, Beyrut 1998, s.53; Beyâzî, Kemalettin, İşârâtü’l-Merâm min ibârâti’l İmâm Ebî Hanife fî Usûli’d-Din, Mısır 1367/1949, s. 58-59; Kılavuz, Ahmed Saim, İman-Küfür Sınırı, İstanbul 1982, s.30; Geniş bilgi için bkz. Mehmet Şaşa, Teorik Anlamı ve Pratik Değeri Bakımından İmân-İslâm İlişkisi, Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi | 2014/2 | CİLT: 1 | SAYI: 1 | s. 122-124.
[29] Mâturidî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, Te’vilât-u Ehli’s-Sünne, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 2005, I, 378; Cüveynî, Kitâbu’l-İrşâd, s.396; Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, II, 1075; Nesefî, Ebu’l Muîn Meymûn b. Muhammed, Bahru’l Kelâm, Dımeşk 2000, s.151-152; Sâbûnî, el-Bidâye, s.152; Taftazânî, Şerhu’l-Mekâsıd, V, 176; Mu’tezile’nin de bu görüşte olduğu aktarılmıştır. Bu hususta geniş bilgi için bkz. Mâturîdî, Te’vilâtu Ehli’s-Sünne, I, 378.; Geniş bilgi için bkz. Mehmet Şaşa, a.g.m., s. 122-124.
[30] İbn Teymiye, Kitâbu’l-İmân, s.8,11,282, 284; Ayrıca bkz. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yay., İst. ts., II, 218-220.
[31] İbn Teymiye, Kitâbu’l-İmân, s.8, 11, 282, 284; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, II, 218-
220.
[32] Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, Daru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut 1420. X, 115-116; Ebu’l-Muîn Nesefî,  Tabsıra-1 (thk.: Hüseyin Atay), DİB Yay., Ankara 1993., II, 412.
[33] Mustafa Yüce, İnanç-Ahlak İlişkisi Bağlamında İman, İslâm Ve İhsan Kavramları, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt 15, sayı 2, 2013, s.121.
[34] İbn Kesir, Tefsiru Kur'ani’l- Azim, tre. Bekir Karlığa, İstanbul 1984, V/2342.
[35] Said Havva, el-Esas fi't-Tefsir, trc. Beşir Eryarsoy, İstanbul 1989, IV/29-33.
[36] Temel Yeşilyurt-Osman Oral, a.g.m., s.41.
[37] Temel Yeşilyurt-Osman Oral, a.g.m., s.44.
[38] İbni Kuteybe, Abdullah b. Müslim, Te’vilü Müşkili’l-Kuran,(nşr.: Seyyid Ahmed Sakr), Kahire 1973, s. 479.
[39] İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, VII, 322.
[40] Mustafa Sinanoğlu, İslam, DİA, İstanbul 2001, XXIII, s. 1.
[41] Abdulbâkî, Muhammed Fuad, el-Mu’cemu’l-Mufehres li Elfazi’l-Kur’âni’l-Kerim, Dâru’l-Marife, Beyrut 2009, s. 234.
[42] Mustafa Yüce, a.g.m., s.124.
[43] Müslim, Sahih-i Müslim, trc. Ahmed Davutoğlu, İstanbul-1973 , 1/98.
[44] Said Havva, a.g.e., I/307.
[45] Halil Taşpınar, İman Ve İslam Terimlerine Kur'an Ve Tefsir Bağlamında Bir Bakış,Diyanet İlmi Dergi 2004, 40.sayı, s.15.
[46] Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife, trc. Osman Keskioğlu, s. 169; İmam Azam, el-Fıkhu'I-Ekber, trc. Mustafa Öz, İstanbul-1981, s. 70.
[47] Ebu Hamid el-Gazzâlî, lhya’ü- Ulumiddin, 1/108. ;Halil Taşpınar, a.g.m., s.15.
[48] Nureddin es-Sâbûnî , Matürîdi'ye Akâidi, trc. Bekir Topaloğlu, s. 184.
[49] Kadi Ebu Bekr Bâkıllânî,  el-İnsâf, el-Mektebetü’l-Ezheriyye li’t-Türas, Mısır 1369, s. 123.
[50] Mâtürîdî, Kitabu’t-Tevhid, s. 633.
[51] Mâtürîdî, Te’vilâtu Ehli’s-Sünne, IX, 338-339.
[52] Rağıb el-İsfehanî, el-Müfredat fî Garîbi’l-Kur’ân, s. 23.
[53] Cürcânî, Seyyid Şerif, et-Ta’rifât, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2003, s. 21.
[54] Toshihiko Izutsu, İslam Düşüncesinde İman Kavramı, (trc.: Selahaddin Ayaz) Pınar Yay., İstanbul 2012, s. 115.
[55] Mustafa Yüce, a.g.m., s.127.
[56] Mâturîdî, Te’vilât-u Ehli’s-Sünne, II, 336,419
[57] Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s.13.
[58] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, cilt 2, Azim Dağıtım, İstanbul 1998, s.331.
[59] Geniş bilgi için bkz. İzutsu, Toshihiko, Kur’an’da Allah ve İnsan, trc. Süleyman Ateş, Kevser yay., Ankara ts., s.187-207.
[60] Hilmi Karaağaç, İtikâdî Mezheplerde İman-İslam İlişkisi, Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012/2, c. 1, sayı: 2, s.106.
[61] Ebu Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber, s. 75; el-Mağnisavi, Ebu’l-Münteha Ahmed b. Muhammed, Şerhu Fıkh-ı Ekber, İstanbul 2007, s. 55.
[62] Hilmi Karaağaç, a.g.m. , s.106.
[63] İbn Teymiyye, Mecmeu’l-Fetava, c. 7, s. 8.; Hilmi Karaağaç, a.g.m. , 114.
[64] Konu hakkında yapılan tartışmalarda iman ve islam kavramlarının birlikte zikredildiği Hucurât 49/14 ayetine sıklıkla başvurulmaktadır. Bu kavramlardan ne murat edildiğinin sağlıklı bir şekilde ortaya konulabilmesinde ayetin sebeb-i nuzûlü bize yol gösterici mahiyettedir. Ayet ganimet arzusuyla İslama giren Beni Esed b. Huzeyme kabilesi hakkında nazil olmuştur. Rivayet olunduğuna göre bu kabile bir kıtlık senesinde yardım beklentisiyle Medine’ye gelerek iman ettiklerini ifade etmişlerdir. Ancak, henüz kalplerinde iman gerçekleşmediği gerekçesiyle “İman ettik.” ifadesinden men edilerek, “İslam olduk.”, yani “Muharebeyi terk ederek silm’e girdik.” demeleri tavsiye edilmiştir. Çünkü iman, yalnız dil ile ikrardan ibaret değil, yürekten sevgi ile bağlılık ve itminana yakın tasdiktir. Sebeb-i nuzûlde de görüldüğü üzere söz konusu olayda iman gerçekleşmemiş, ancak yeni dinin otoritesini kabul etme anlamında İslam’a girme meydana gelmiştir. Bkz. Hilmi Karaağaç, a.g.m. , 117.
[65] Gazzali, Ebu Hâmid Muhammed b. Muhammed et-Tûsi, İhyâu ‘ulûmi’d-din, Kahire ty., c. 1, s. 115-116; Murat Sülün, Kur’an-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, İstanbul 2005, s. 441.
[66] Gazzali, İhyâ, c. l, s. 205.
[67] Hilmi Karaağaç, a.g.m. , 117.
[68] Hilmi Karaağaç, a.g.m. , 118.
[69] Mâturidî, age, s. 496; en-Nesefi, Tabsıratu’l-Edille, c. 2, s. 426-427.
[70] Hilmi Karaağaç, a.g.m. , 108-109.
[71] Muhammed Fuad Abdulbaki , el-Mu’cemu’l-Mufehres li Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Daru’l-Marife, Beyrut 2009, s. 334.
[72] İsrâ, 17/23; Bakara, 2/83; Nisâ, 4/36; En’âm, 6/151; Ahkâf, 46/15.
[73] Rağıb el-İsfehanî, el-Müfredat fî Garibi’l-Kur’ân, s. 29.
[74] Fîrûzâbâdî, Beşâ’iru zevi’t-temyiz fî letâifi’l-Kitabi’l-Aziz, el-Mektebetü’l-İlmiyye, Beyrut ts., II, 465.
[75] Mustafa Çağrıcı, İhsan, DİA, XX, İstanbul 2001, s. 545.
[76] Mustafa Yüce, a.g.m., s.136-137.
[77] Mustafa Yüce, a.g.m., s.116.
[78] Yener Öztürk, Hayır ve Şerri Özetleyici Muhtevasıyla Nahl 90. Ayetin Düşündürdükleri, EKEV Akademi Degisi –Sosyal Bilimler-, 2005, cilt: IX, s.22, ss.92-93.; Bkz. Mustafa Yüce, a.g.m., s.116.
[79] Buhârî, “İmân”, 37; Müslim, “İmân”, 1; Nesâî, “İmân”, 5, 6; Tirmîzî, “İmân”, 4; Ahmed b. Hambel, Müsned, I, 51-52; İbn Mende, Muhammed b. İshâk, Kitâbu’l-İmân, thk. Ali b. Muhammed Nâsır el-Fâkihî, Beyrut 1987, I, 118, 312.
[80] Mustafa Yüce, a.g.m., s.112.
[81] Mustafa Yüce, a.g.m., s.116.



Sonsuz Ark'tan


  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı