27 Mayıs 2017 Cumartesi

SA4384/KY26-CA127: “Açık Kapı” Yoksulluğu

“Akıllı şehirler” ısmarlanıyor şimdi de, ortaya çıkan problemler yüzünden. Kimin aklı, nasıl bir akıl… Altı asırlık Muş Ulu Camii’ni sitelerin gölgesinde kaybeden bir şehrin kendine özgü aklı nasıl başında kalabilir?


Geçen hafta Karaman’da bir grup insan vakit gece yarısına yaklaşırken bu şehrin hafızasında yer tutan meczupları konuştuk. Muammer Baran’dan söz edildi (1926-2004).“Deli”, Baran örneğinde üstlenemediği hayatı bir karnaval düzeyinde yaşayan adam. Baran’ın hayatında meydana gelen değişim, askerlik döneminde kuleden paraşütle atlama eğitimi sırasında paraşütü açılmadığı için yaşadığı şoka bağlanıyor. Şehrin çeşitli köşelerinde her an karşınıza çıkıp Han Duvarları’nı okuyabilecek bir sıra dışı kişi! Altı dil bilir, felsefi tartışmalara katılırmış. Akla Friedrich Dürrenmatt’ın deli numarası yapan “Fizikçiler”ini getiriyor.

Abdullah Harmancı ve Abdullah Kasay da aramızdaydı. Konuşmalar Abdullah Harmancı’nın “Ertesi Dünya” kitabında yer alan “Asa “ve “Ermiş” başlıklı öykülerinin meczup kahramanları üzerinden ilerledi. Abdullah’ın meczuplar dünyasını iyi tanıması çocukluğunun Karaman’da geçmesinden kaynaklanıyor olmalı. Gerçi Konya’nın da şehrin diline yerleşen meczupları varmış.

Kendi gerçeğine sadakatin başka bir yolu yok mudur? Öykü atıflarıyla konuşmayı sürdürdük. 

İlginçtir, Abdullah Kasay’ın (Mahalle Mektebi’nde) yayımlanan ilk öyküsü “Bıçak”ın kahramanı da bir meczup, köyün dışında delik deşik bir kulübede yaşayan Nurettin.

Zeki Bulduk Müstesna Deliler Albümü’nde deli bildiklerimizdeki zeka ve asaleti göstermişti bize. Benim de bazen deli diye bilinen meczup kişilikleri yazdığım oldu, “Ankara Yolcusu”nda anlattığım “Deli Maya“ gibi. Doğu Anadolu’da bir kasabada yaşayan bir kadını Adnan Menderes’e aşkını haykırarak Ankara yollarına düşüren nasıl bir hayal veya hayat bezginliğidir… 

“Deli Maya” Ankara’ya gider, aylar sonra dönermiş. Onu Ziaur Caddesi civarında, Adnan Menderes geçerken görüp konuşma umuduyla dolaşırken canlandırıyorum gözlerimin önünde. Aç sefil, banyo yapmadan geçirdiği aylar içinde başına neler geldiğini kimse bilmedi. Akraba ve komşular ağına her dönüşünde sıcak bir kucak bulabiliyormuş neyse ki…

Taşra, bir kalıba yerleştiremediği insanı farklı türlerde işaretler, ancak ona bir sığınma alanı da sağlar. Hizaya getirmenin başka bir yoludur bu; düzen böyle korunur.  Kalp bazen bir adım öne geçer ve düşkünü muhabbetiyle sarar; Mustafa Kutlu “Kapıları Açmak”ta anlatmıştı.

Mahalleden site yaşantılarına yönelen şehrin düşkünleri nerelere sığınıyor acaba? Kurumlar çalışkan olsa da hantal, şehrin dehlizleri ise ürpertici. Derviş Zaim’in kahramanı Mahzun, zaman zaman sığındığı Rumelihisarı’nın restorasyon geçirirken elinden alındığını gördü bir gün. İçeriye tavus kuşları yerleştiriliyordu ve girmek için bilet alması gerekiyordu. Doku, böyle de bozuluyor.

“Güvenlik”, küreselleşme kültürünün vaadiydi bize, yenilik ve tüketimle birlikte. İnsanlar türdeşleriyle sitelere çekilirken toplum, kendisine çeki düzen vermesini sağlayacak aykırı seslerin uyarılarıyla birlikte çeşitli zenginliklerini yitiriyor. Mahallenin ve labirent sokakların ortadan kalkmasıyla önemli bir istişare ve uzlaşma dilini geliştirme ortamından yoksunlaşıyoruz.

Elbette şehir değişirken raylı sistemle evlerine kapalı yaşamalarına alışılmış engellilerin sokağa çıkmasını sağladı; bu çok kıymetli bir gelişme. Asansöre dayalı inşa, yanı sıra getirdiği sorunlara karşılık, kamusal mekanlarda engellilere katılım kapılarını açtı. Engelli şair Erdal Yalçın’ın şiir toplantılarına, fuarlara katılıp da gece yarısı evine dönebilmesi, metro ve Marmaray bağlantısı olmaksızın düşünülemezdi. 

Çocuğu engelli nice anne-baba metro ulaşımına güvenerek apartman zindanlarının duvarlarını aşma cesareti kazandı geçen yıllar içinde. Bir tarafta oluşan tahribatı konuşmaya fırsat bırakmayacak kadar hızla değişiyor metropolün sahneleri. Sağlam değerleri yitirmeden yeni imkanlar oluşturmaya gücü yetmediğinde ise medeniyet sadece içli hatıralar sahnesi veya umut veren bir ideal olarak konuşulmakla kalıyor.

Anadolu’da korunan dokulara özgü sahneler eksilen güzellikleri fark ettiriyor bize. Geçtiğimiz Cumartesi günü ikindi üzeri Karaman’da, Valide Sultan veya Mader-i Mevlana Camii olarak da bilinen Aktekke Camii’nin avlusunda, Ayrancı köyüne bağlı Orzala Yaylası’ndan süzme yoğurt bidonlarıyla gelmiş olan Ayşe Hanım’la sohbet ediyorduk. Yoğurt yaparak üniversiteli üç kızına harçlık gönderiyor Ayşe Hanım. Süzme yoğurdu kapağı açılmadığı veya açılınca hemen kapatıldığı takdirde bir yıl bozulmadan kalabilirmiş.  

Derken konu çınar ağacına kaydı. Cami ile aynı yaşta olduğu söyleniyordu. Cami Karaman beylerinden Alaattin Bey tarafından 1370 yılında yaptırılmış. Öyleyse 647 yaşında bir çınarın altında mı sürüyordu sohbetimiz? Elbette heyecanlandık. Şehirde  “Topal Muhtar” olarak bilinen yaşlı amca da karıştı sohbetimize. Yürüme engeli nedeniyle özel bir araba içindeydi. Hava sıcak mıydı, susamış mıydık? İçecek alıp geleceğim, dedi birden. Olur mu, zahmet etme, deyip, teşekkür ettik, Yasemin Akkuş ve Yunus Özdemir’le birlikte, kafile halinde. Zahmet olmaz, ben bundan zevk alırım, diye ısrarını sürdürdü.

Semt ahalisi için cami avlusu ibadet saatleri akışında bir muhabbet ortamı sağlıyor. Köylü, şehirli, yabancı; birlikte süzme yoğurdun ömrünü uzatan şartlardan söz ediyorlar. Topal Muhtar sibyan mektebi hatıralarını anlatıyor,  yoğurt bidonlarıyla yayladan gelen Ayşe Hanım üniversitede okuttuğu evlatlarını… 

Az ötede, İmaret Camii’ne bağlı türbenin kubbesinde bir leylek yuvası var; acaba kaç yıldır orada? 

İmaret’in (reprodüksiyon olan) kapısında şöyle bir yazı yer alıyor: “Kapı açıktır, giriniz; malı mübahtır, yiyiniz.”

Metropol şartları altında düşündüğümüzde “delice” görünüyor bu söz. Parası olan girilmesi için şifrelere tabi olunun sitelere kaçıyor.

Halihazırda sürüp giden şehirleşme modelini AK Partili bir arkadaşım şöyle izah etti: “Biz aileyi tercih ettik, Avrupa ise şehirleri. Nüfus artışı göçü getirince de betonlaşma da hızlandı. Şehirlerini koruma çabası içindeki Avrupa’da ise nüfus dondu.”

Mantıklı bir açıklama gibi görünüyor, ancak büyük bir genelleme yapıldığı da muhakkak. Göç bu denli sınırsız olmayabilirdi, iş alanı ve eğitim alanındaki projelerle.  Göç tarımı yoksullaştırırken kadim dokuyu silip geçen betonlaşma da ulusalcılığın mimarlık ve şehircilik alanında gerçekleştirmeye çalıştığı “hafızası alınmış şehirler” idealinin uygulamalarını çıkardı önümüze. Daha kolay ve maddi açıdan kazançlı gelendi tercih edilen.  Aşina muhitlerle birlikte şehir düşkünlerine dayanma gücü veren ortamlar da yok ediliyor.

“Akıllı şehirler” ısmarlanıyor şimdi de, ortaya çıkan problemler yüzünden. Kimin aklı, nasıl bir akıl… Altı asırlık Muş Ulu Camii’ni sitelerin gölgesinde kaybeden bir şehrin kendine özgü aklı nasıl başında kalabilir? 

Böylesine yıkıcı bir aklın hakim olduğu şehirde kim kapısını açık bırakabilir kolaylıkla ve kim hangi güvenle, bulduğu açık kapıdan tereddüt etmeden girebilir?…


Cihan Aktaş, 27.05.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 



Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015

Yazının ilk yayınlandığı yer: Gerçek Hayat





Sonsuz Ark'tan


  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı