6 Mayıs 2016 Cuma

SA2857/KY1-CÇ248: Yağmurlu Bir An

"Üst katı da bitirmiştim. Tekrar giriş katına indim. Bodrum katı. Giremezdim. Hayır, dünya da yapamazdım. Bir kere karanlıktı. Hem inilti yinelenmemişti ki."


İnsanın başına ne gelirse hevesleri yüzünden gelir. Bu böyledir. İşte daha şimdi, şuan yaşadım bunu. 

Hava kapalı. Yağdı yağacak. Öyle belli ki yağacağı yağmurun, yağmur yüklü bulutlar neredeyse yere kapaklanacak gibi sarkmış.. bu manzarayı gören biri elbet yağmurun yağacağını bilir. Öyle sıradan bir kararma değil. Rüzgârın gücü bile yetmez dağıtmaya. Öyle apaçık. Ben ne yaptım. Bunu göre göre içime düşen “lavaş ekmeği” hevesiyle evden dışarı çıktım. 

Bu kör olasıca hevesi tv.de bir reklam düşürdü içime. Lanet şeye nasıl takıldıysa gözüm. Oldukça alımlı bir kadın kocasına çocuklarına dürüm hazırlıyordu lavaş ekmeğiyle. Ecnebi bir adla lavaş ekmeği reklamı. Dikkatimi saçmalığı çekmişti. Batılı ülkelerden hangisinde lavaş vardı ki –sanırım lavaşın markası İtalyanca idi- adını ecnebi bir sözcükle koyuyorsun? 

Şimdi anlıyorum ki müthiş bir avlanma tekniği. Beni reklamın saçmalığı avlarken bir başkasını da belki sözcüğün kendisi avlayacaktı. Lavaşı severdim. Çocukluğumdan kalma. Şimdi de arada bir mahallemizin iç taraflarında taş ocaklı bir fırından alırım. Eski tadı bulamasam da hoşuma gidiyor. Ve ecnebi isimli görüntüsü tıpkı çocukluğumdakini andıran lavaş hevesi içime düşmüştü bir kere ve evden fırlamıştım. 

Şemsiye bile almadım yanıma. Almadım zira “Bir koşu gider alır gelirim! Nasılsa oyalanacak değilim.” diye geçirmiştim içimden. Be adam öyle olsa bile bir şemsiyenin yükü nedir ki? Tamam, bir koşu gider alır gelirsin de şemsiye seni neden alıkoyar ki? Zevzeklik üşengeçlik – şemsiye evin arka balkonundaki kilerdeydi ve gitmeye üşendim- ne denirse densin şemsiye almadım. 

Neyse ki giderken yağmur yağmadı. Dönüşte tek tek düşmeye başladı. Adımlarımı hızlandırdım. Ben hızlandıkça yağmur da şiddetini artırmaya başladı. Allah’tan sitenin yakınında metruk bir bina vardı da oraya kapağı atabildim. Hep uzağından geçtiğim bu bina terkedilmiş betonarme bir bina. İki katlı. Alış veriş merkezi olarak hizmet vermişti birkaç yıl. Sonra nedense terk edildi. Belki AVM’lerin mantar gibi çoğalması, belki ters yönde olması cazibesini yitirtmişti buraya. Şimdi yıkılmak üzere. Ne kapı ne pencere kaldı. Arada sırada evsiz birkaç insanın kaldığı mezbele bir yere döndü. Şarapçıların, serkeşlerin zaman zaman uğradığı bir yer. Uzağından geçerken bile ürküyordum. Yaşarken de buraya gelirken ürkerdim. Pek bir zenginlerin uğrak yeri olduğu için uzak dururdum. Yıllar önce bir keresinde birkaç arkadaşın ısrarıyla buradaki kafeye gelmiş adam başı –dört kişiydik- ikişer bardak çay içmiştik, bir arkadaşımız da su istemişti. Meğer su da paralıymış. Efendim hesabı istediğimizde donup kalmıştık. İşte bu yüzden hep uzak durmuşumdur.

Bu kere yakın gitmek zorundaydım yağmur vardı ve eve varıncaya kadar sırılsıklam olacaktım. Oraya sığınmak aklımın ucundan geçmese de mecbur kalmıştım. Ne sefalet! Kesif alkolle karışık idrar kokusu. Duvarlarda ne yazılar. Adsız birinin dünyayla ilgili bir sıkıntısı olmalıydı ki –kendi dilinde olmasa bile içinin yangınlığını söze yükleme ihtiyacıyla boğulduğunun kanıtıydı- “Fuck the World” yazmıştı. Öfkeyle yazdığı apaçıktı. Sanki duvarı yumruklarcasına yazmış. Ve daha neler.. 

Meğer bu metruk bina, korkup uzağından geçtiğim bu mezbele yer öğretmenim olacakmış. Mesela isimsiz birinin Beril’e olan aşkını öğrendim. Adeta o isimsiz de çığlık savurarak yazmıştı. Beril’in duyduğunu sanmıyorum. Beril’i tanımasam da duymadığını biliyorum. Duymuş olsa böylesi bir çığlık savurarak yazılmazdı. Bak mesela Ümmühan duymuş olmalı ki bir kalbin içine “Murat and Ümmühan” yazılmış. Ve bağlacının yabancı dilde yazılışını anlamasam da Ümmühan’ın ilan-ı aşk eden Murat’ı duymuş olduğunu anlamıştım. Ve adımın Mevlut olmadığına şükrettim. Kimse o bahtsız, her kimse o öylesine küfürlere muhatap olmuş ki, insanın yüzü okurken kızarıyor. Ah be Mevlut ne yaptın? Bu küfürleri hak edecek ne işlere karıştın? Kimlerin canını yaktın? Her satırı okudukça şükrümü arttırdım adımın Mevlut olmayışına.

“Bütün tarlalar mı sulak arkadaş!” sloganından bir şey anlamadım anlamasına ya “Susuzluktan çatladığınızın kanıtı sivilceleriniz” sözü bir şeyler çağrıştırmadı değil. bir muzip de “Gülmeye hasretim la!” yazmış, yazarken çılgınca kahkahalar savurduğu ne kadar da belliydi oysa. Sloganlar, kırık şarap şişeleri, ezilmiş bira kutuları, yarsına kadar içilmiş sigara izmaritleri arasında yağmurun kesilmesini, kesilmese de azıcık hızının düşmesini umarak dolaşıp durdum. 

Yağmur umuduma inat daha bir şiddetlendi. Daha bir yoğun düşmeye başladı yağmur damlaları. Adeta bu metruk binanın duvarlarındaki tüm yazılanları, zeminindeki tüm atılanları görmemi ister gibiydi. Ürküyordum. Ne de olsa metruk bir yerdi. Kim bilsin bodrum katında ya da çatı katında, ya da bulunduğum katın bölümlerinden birinde hangi esrarkeş, hangi uğursuz, hangi umutsuz, hangi katil, hangi cani, hangi yitik gizlenmişti. Olmayacak şey değildi. kuduz bir köpek yahut bir kedi, yılan ne bileyim işte.. Mezbelelik yerler sizde de böylesi ürkünçlükler hissettirmez mi? Ürkmez misiniz? 

Duvarlardaki yazıları yazan bir kısım insanın şuan burada olabileceği ihtimali ağzımın kurumasına, gözlerimin kararmasına, kulaklarımın çınlamasına, dizlerimin titremesine, kalbimin ihtilaç içinde olmasına neden olmuştu. Nasıl olmasındı ki? “Kanını içmeye geliyorum bekle beni Işıl!” Cehennem Kaçkını İVAN, yazısını –adınız Işıl olmasa da- okumuş olmanız korkutmaz mıydı sizi? 

Ya duvarlara çizili kafası koparılmış kedi-köpek-insan resimleri? Büyütülmeye çalışılan yangın figürleri.. bu metruk binanın uzağından geçişim hepten de boşuna değilmiş hani. Yağmurun kesileceğine dair işaret arayışlarım her defasında boşa çıkıyordu. Islanmayı göze alıp çıkmalıydım bu binadan. Daha fazla duramayacağım o kadar belli ki. Ve fakat bacaklarımı oynatamıyorum. Mıhlanıp kalmışım. Kulaklarım seslere kilitlenmiş olsa da yerimden kıpırdayacak durumda değilim. Korku büsbütün sarıp sarmalamış devinmemin önünü kesmişti. Bir ses duyar gibi oldum. Bir tür inilti. 

Kalbimin çarpıntısı en az iki kat daha artmıştı. Derhal buradan gitmeliydim. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur önümü kesemeyecekti. “Şeker değilsin ki eriyesin be adam!” dedim kendi kendime ve “İlk kez mi ıslanacaksın.. ne çabuk donuna kadar ıslandığın günleri unuttun?” doğruydu. Aptal ıslatan yağmurlarda yahut daha normal yağmurlarda –hem de isteyerek, yağmurda dolaşma hevesiyle, ah bu hevesler, zatürre bile olmuştum- yürümemiş miydim? 

Kararımı verdim. Ve fakat olmadı. Bu kere merak kesmişti yolumu. Merakımı süsleyerek, her ne kadar gitme kararı vermiş olsam da kulağıma çalınan iniltinin peşinden gitmem gerektiğine ilişkin insan oluşumdan kaynaklanan kanıtlar fısıldıyordum kulaklarıma. Zorda olan biri olabilirdi. Yardımımı gereksinen birini öylece bırakıp gidemezdim eğer varsa öyle biri. “Ya kudurmuş bir köpekse!” dese de içimden bir ses, bir başka ses “O inilti hiç de bir hayvan sesine benzemiyor.. o bir insan iniltisi!” diyordu. Gidip o iniltinin sahibini bulmalıydım. İnilti bir daha olmamış olsa da..

Bulunduğum kattaki bölümleri ürke ürke dolaştım. Her hangi bir canlı, inilti çıkaracak bir varlık yoktu. Sesin üst kattan gelmediğini bile bile üst kata da çıktım. Üst katın duvarlarında bir tek satır bir yazı yoktu neredeyse. Demek giriş katın duvarlarını yazılarla süsleyenler üst kata çıkmaya üşenmişlerdi. Belki de giriş kattaki duvarlar da yer kalmayınca çıkacaklardı bu kata içlerinde biriktirdiklerini kusup rahatlamak için. izmaritler, kırılmış şişeler ve ezilmiş kutular burada da vardı tek tük. Ateş yakıldığına dair kanıtlar da ortadaydı. 

Üst katı da bitirmiştim. Tekrar giriş katına indim. Bodrum katı. Giremezdim. Hayır, dünya da yapamazdım. Bir kere karanlıktı. Hem inilti yinelenmemişti ki. Rüzgârın işgüzarlığı olmalıydı. Yine de bodruma inen merdivenlere doğru birkaç adım attım. Ve inleme sandığım şeyin sahibi bir kedi telaşla merdivenlerden fırlayıp önümden geçip gidince rahatladım. Yağmur da azalmıştı. Hatta neredeyse tek tük düşer olmuştu damlalar. Yüz elli iki yüz adım atacak evde olacaktım. Kedinin peşinden binadan fırladım.



Cemal Çalık, 06.05.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları



Seçkin Deniz Twitter Akışı