15 Nisan 2016 Cuma

SA2756/KY48-SY1: Zorunlu Olmayan, Aslında Çok da Gerekmeyen Bir Açıklama

"Bizi kim uyaracak?"


“… Sonra Fidel kavgayı ayırmak üzere çıkageldi. Bir kayanın üzerine çıktı ve söz aldı. Kavgaya tutuşmuş arkadaşlarımız ve biz, hep birlikte dinlemeye başladık. Fidel, suçlunun Batista olduğunu, o anda arkadaşlarımız arasındaki patlak veren kavganın da asıl sorumlusunun o olduğunu anlattı. Kavga kendiliğinden sönmüştü. Nefretimiz bir kez daha Küba’nın zalim yönetimine yönelerek aramızdan kalktı. Arkadaşlarımız kucaklaşıp barıştılar…”
Che Guevera, Gerilla Günlüğü

Her şeyi bu kadar sorgulama alışkanlığını -bir virüs gibi- nereden kaptım, bilmiyorum. Muhtemelen hayatla arama küçük yaşlardan itibaren mesafe koyma alışkanlığımla birlikte gelişti.

Hep öyle oldu. Bir tek benim için tarifsiz bir vecd durumu olan günbatımlarını -‘gurub’ ne güzel kelime! Keşke onu kullanabilsek şimdi de- seyre dalmışken veya güzel bir müzik varken sorgulamıyorum. Gerisini, hemen hemen istisnasız, sorguluyorum, araştırıyorum, etrafından dolanıp tekrar tekrar bakıyorum. Bu da yorucu bir hayat bırakıyor bana. Neyse.

Mesela dobra dobra konuşmak. Acaba iyi bir şey mi? Gerçekten söylendiği kadar güzel bir şey mi dobralık. Bence değil. Mesela ağır bir hastalığın teşhisini yüzünüze dobra dobra söyleyen doktor, hödüktür. Nazik bir durumu bir arkadaşınıza, sözü dolayıma sokarak söylemeye gayret etmeniz, en güzel davranıştır. Buna da neyse. Bunu da geçelim.

Lafı, incinebilecek olanlar için olabildiğince dolayıma sokarak; ama bilgisi olması gerekenleri de azami bilgiyle aydınlatarak, şu Cins dergisi meselesini kendi zaviyemden açıklığa kavuşturmak istiyorum. Bunu bir süre önce sonlanan “Bize Müsaade” programı izleyicilerine de borçlu olduğumu düşünüyorum.

Yeni Şafak gazetesinin şu “Uzlaşma, kucaklaşma” temalı kampanyasını hatırlarsınız. O kampanyada birçok cenahtan, isimden görüş ve yorum alındı, biliyorsunuz. “Başka Türkiye Yok” meyanında şeyler söylendi, yazıldı çizildi.

İşin muhtemelen politik manevra yönü vardı, bilemiyorum. Yani Cumhurbaşkanı’nı “çevreleme politikası”ndan bahsediyorum. Ama açıkçası benim açımdan daha belirgin olan, bu tür işlerin “zencilerden” sadır olması alışkanlığının bir son bulması gerektiği yolundaki hislerimdi. Zayıf olanın “barış” isteği bir anomaliden ibaret benim için. Zenciyiz, evet. Türkiye’de dindarlar hala zencidir, kabul edelim.

Ekonomiye bakarak görebiliriz bunu. Görüş açımızı bulandırabilecek başkaca hiç bir enstrümana bakmamalıyız zaten. Hiç değilse bunu öğrenmiş olalım. Türkiye’de ekonominin el değiştirmediğini kolayca anlayabiliriz. Zenginler listesinin ilk beşine, onuna bakmak zaten yeterlidir. Kaldı ki, merkez sermayenin işleri, sanatları, kültürleri, bienalleri, sokak cadde hayatları, reklam ticaretleri, siyasi iktidarla göbek bağlarını kestikten(!) sonra da gümbür gümbür devam etmekte, hatta daha da gelişmektedir. Siz bakmayın merkez sermayenin ucuz işçi çalıştırır gibi ilahiyatçı, edebiyatçı çalıştırmalarına!

Geçtik bunu da.

İşte o kampanyaya görüş verenler arasında yazar Tuna Kiremitçi de vardı. Tuna’yla son yıllarda, özellikle Gezi’deki soğukkanlı ve mesafeli yaklaşımından sonra bir muhabbet gelişti aramızda. Yeni Şafak’ın kampanyasına verdiği görüşte benden bir alıntı yapmış. Bu alıntıdan, alıntının benim ismimle birlikte küçük bir cerrahi operasyonla çıkarıldığından yine de haberim olmayacaktı. Kendisi söyledi bir gün. Garipsemişti.

Önce üzerinde durmadım. Ama, itiraf ediyorum, sonra kafama takıldı bu. Nihayetinde eski ocağımız kabul ediyoruz gazeteyi. İlk göz ağrım. Biraz anlatayım hatta. Yeni Şafak’ta yazmaya 1996 yılında başlamıştım. 28 Şubat’ın tuhaf günlerinde, orada hep birlikte, dilimizin döndüğünce mücadele etmiştik.

Neyse. Kampanya’ya bakan Recep Yeter’e sordum. Kasti bir şey olmadığını söyledi. İnandım. Çünkü Recep de vaktiyle yanımızda yöremizde bulunmuş, gayet edepli, mahcup, güzel bir kardeşimizdi. Hatta -İsmail (Kılıçarslan) şahittir- o akşam konuştuktan sonra, onu gazetenin önünde çocuklarının ellerinden tutmuş giderken görünce içim burkuldu biraz. Acaba kardeşimin kalbini mi kırdım böyle bir şeyi sorgulamakla, diye geçirdim içimden. Kötü oldum ve İsmail’le paylaştım. Geçti gitti.

Fakat birkaç gün sonra, bir akşam, galiba Haşmet Babaoğlu’nun kampanyayı sert eleştiren yazılarından alınmış olacaklar, twitter’da yaylım ateşine maruz kaldık.

TV Net’in program müdürü İsmail Halis ve Yeni Şafak haber müdürü Recep Yeter. İkisi de acemice kötü adam taklidi yaptılar o akşam. Mahcup mahalle delikanlıları bitirim raconu kesmeye heves etmişlerdi sanki. Gözlerimle gördüm, kaba ve kötü görünmek için gayret içindeydiler! Aynı akşam, programdan önce birlikte çay kahve içmiş olmamıza rağmen hem de. “Bize Müsaade” işte böyle bitti.

Gelelim Cins dergisine. Büyük bir heyecanla destek vermiştik Cins’e. Her sayısını merakla bekledik. Uzun yıllar sonra, yazımı matbu kağıt üstünde görmekten bu kadar heyecan duydum. İlkini iyi hatırlıyorum. Ankara Batıkent’te, bir öğrenci evinde kalıyordum ve Yeni Şafak o zamanlar 3.500 falan satıyordu. Yani Batıkent’teki bayilerde olmasına ihtimal vermiyordum. Düşünsenize, Orta Anadolulu memurlar, yaşadıkları kooperatif evlerinin gerçekten de “Batı”da bir “Kent” olduğunu hayal etmişlerdi. Ve bunu tabelalara yazmışlardı! Neyse. Ara ara ara, bir bayide, ganyan gazetelerinin arasında buldum gazeteyi!

O anda yaşadığım heyecanı unutamam. Arka sayfayı çevirmiş ve “Uyumlu Yumruklar” başlığını, altındaki “Selahattin Yusuf” kelimelerini, yazının spotunu, sonra yazıyı cümle cümle okurken, yürüyerek öğrenci evimize kadar geldiğimi unuttuğumu… çok iyi hatırlıyorum. Hayatımın en güzel günlerinden biriydi. Benzeri bir heyecanı bir de o platonik aşkım olan kıza “Sevgilim olur musun?” diye sorduğumda, utançtan başını öne eğip “Evet” anlamında hafifçe öne arkaya salladığında duymuştum. Sonra o kızı, yıllar sonra bir de… (Şaka şaka..)

Şimdi.

Bu sansür işi günden güne içimde büyüdü, anlatabiliyor muyum? Üstesinden gelemedim. Belki zayıflık, belki hamlık, bilemiyorum. Program için Çengelköy’e kadar zahmet edip bizi davet eden İbrahim Karagül de bu defa ilginç biçimde tamamen sessiz kaldı. Oysa kendisi eski dostumuz, arkadaşımızdı.

Böylece kurum olarak Yeni Şafak grubuyla ilişkimi tamamen kesmek için Sevgili arkadaşlarımı, kardeşlerim İsmail (Kılıçarslan) ve Furkan’ı (Çalışkan) yalnız bırakmış oldum.

Şu anda bulunduğu yerde büyük bir boşluk olduğunu ancak çıktığında fark ettiğimiz Cins’i büyük fedakarlıklarla hazırlıyorlar. Başarı temennilerim hep onlarla olacak. Derginin binlerce okurundan biriyim. Uzaktan desteğimiz de sürecek inşallah.

Peki, epigrafa Che Guevera alıntısını niçin aldım?

Bu günlerde efkarımın değişmez konusu o…

O kayanın üzerindeki çapraz fişeklikli, gür sakallı, Batista’nın çanına ot tıkamayı kafasına iyiden iyiye koymuş bilge Fidel nerede acaba?

Bizi kim uyaracak?

Asıl meselenin bu neviden küçük ayak oyunları, çete-çıkar-grup çekişmeleri değil de “Batista” olduğunu, bütün şubeleriyle hayat kalitesinin memleketimizde artması için taş üstüne taş koymak gerektiğini, bizlere kim ihtar edecek acaba?

Ve yazının bundan sonrası, elbette bahs-i diğer.

Buralardayım Allah ömür verirse. Yeğenim Mustafa sağ olsun. Kendisi zehir gibi bir bilgisayar mühendisi ve tamamen hür, tamamen geniş nefesler alarak yazmamı sağlayacak -tuhaf terimlerle anlattığı- bu blog işini bana ayarlamakla iyi etti.


Selahattin Yusuf, 15.04.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Yolda
Selahattin Yusuf Yazıları





Sonsuz Ark'ın Notu: Selahattin Yusuf  Beyefendi'ye, 'tamamen hür, tamamen geniş nefesler alarak' yazdığı yazıları bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz... Seçkin Deniz, 15.04.2016


İlk yayınlandığı yer: Yolda
https://selahattinyusuf.com/2016/03/10/zorunlu-olmayan-aslinda-cok-da-gerekmeyen-bir-aciklama/

Seçkin Deniz Twitter Akışı